Tarama Sonuç Kümeleri
Kümeler aramadaki ilk 100 sonuca göre oluşturulmuştur.

Tümünü Listeye Ekle
Amaç: Preoperatif dönemde çocuklar kaygı yaşarlar. Çocukların uygulanan prosedürlere uyumunun artırılabilmesi için preoperatif dönemdeki kaygının azaltılması gerekmektedir. Bu sistematik derleme, çocuklara uygulanan tıbbi palyaço girişiminin preoperatif dönemdeki kaygı düzeyine etkisini belirlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yöntem: Bu araştırma sistematik derleme niteliğindedir. Bu amaçla “preoperative, non-pharmacological methods, child, anxiety ve clown” anahtar kelimeleri eşleştirilerek PubMed, MEDLINE, Google Scholar, Science Direct ve Cochrane olmak üzere beş veri tabanı 2005-2021 yıllarını kapsayacak şekilde taranmıştır. Bulgular: Bu araştırmada veri tabanlarının taraması sonucunda toplam 1207 yayına ulaşılmıştır. Araştırmaya dâhil edilme kriterlerine uygun olan toplam 10 (N=1506) yayın araştırma kapsamına alınmış ve sonuçlar açısından değerlendirilmiştir. Araştırma kapsamında 2-16 yaş arasında olan çocuklara pediatri servisi, ameliyathaneye transfer süreci, anestezi indüksiyonu sırasında ve ameliyattan sonraki dönemde tıbbi palyaço, sanat terapi, midazolam, hidroksizin ve ebeveyn varlığı ile müdahaleler yapılmıştır. Çocukların kaygı düzeyleri “Durumluk-Süreklik Kaygı Envanteri” veya “Modifiye Yale Preoperatif Kaygı Skalası” ile değerlendirilmiştir. Sonuç: Çocuklara uygulanan tıbbi palyaço müdahalesinin preoperatif dönemdeki kaygıyı azaltmada etkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Objective: This phenomenological study was performed to thoroughly examine the experiences of healthy pregnant women during COVID-19. Method: The sample consisted of 20 pregnant women who were older than 18 years, could use remote access applications such as video conferencing applications, had no communication problems and voluntarily agreed to participate. Each interview lasted approximately 45 minutes. A semi-structured interview form was used to collect information about the sociodemographic and obstetric characteristics of pregnant women and their feelings and thoughts about pregnancy during the pandemic process. Results: The pregnant women were found to experience intense sorrow, stress, and fear. The uncertainty regarding the diagnosis, treatment of the disease and when the pandemic would end concerned all pregnant women. The results indicated that the support of partners, family and friends had a key role in coping with the intense concerns and fears that were experienced. Conclusion: Most pregnant women stated that they paid great importance to the measures they took against COVID-19 and that these measures adversely effected their mental health and the mental health of their families.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de hemşirelik alanında ventrogluteal bölgeye intramüsküler enjeksiyon uygulaması ile ilgili yapılmış lisansüstü tezlerin incelenmesidir. Yöntem: Araştırmanın evrenini, Türkiye Ulusal Tez Veri Tabanı’nda arşivlenen ve hemşirelik alanında yapılan lisansüstü tezler oluşturmuştur. Tezlerin çalışmaya dâhil edilme kriterleri, hemşirelik alanında yapılmış olması, tam metne ulaşılması ve başlığında ventrogluteal kelimesinin yer almasıdır. Çalışmaya 14 tez dâhil edilmiştir. Veri toplamada “Tez Değerlendirme Formu” kullanılmıştır. Bulgular: Konu ile ilgili tezlerin 2012-2021 tarihleri arasında yapıldığı, çoğunluğunun yüksek lisans tezi olduğu ve yarı deneysel (n=8) türde olduğu belirlenmiştir. Tezlerde VG bölgeye enjeksiyon ile ilgili olarak hemşirelere verilen eğitimlerin etkinliği (n=7), dorsogluteal bölge ile karşılaştırma (n=4), bölge tespiti için araç geliştirme (n=1), aspirasyon gerekliliği (n=1) ve hemşirelerin bilgi düzeyleri (n=1) ele alınmıştır. Sonuç: Yapılan tezlerde eğitimin hemşirelerin konu ile ilgili bilgi düzeyini arttırdığı, VG bölgeye uygulanan IM enjeksiyonlarda ağrı, kanama ve hematom oluşumunun DG bölgeye göre daha az görüldüğü, enjeksiyon alanını belirlemek amacıyla geliştirilen aracın geçerli ve güvenilir olduğu, VG bölgeden yapılan IM enjeksiyonlarda aspirasyon uygulamasına gerek olmadığı ve hemşirelerin konu ile ilgili orta düzeyde bilgiye sahip olduğu sonucuna varılmıştır.
Objective: The purpose of this research was to evaluate knowledge and behaviours of university students about Human Papillomavirüs (HPV) infection and the HPV vaccine. Method: This descriptive study was carried out between 05.04.2020 and 25.07.2020. The population of the research consisted of 267 international students studying in the law and engineering faculties of Near East University, and the sample group consisted of 213 international students. The data were collected through an online questionnaire developed by the researcher based on the literature review and consisting of four parts: demographic criteria, characteristics, behaviors of students regarding HPV infection and vaccine, information about HPV infection, and information about HPV vaccine. The data were analyzed using the SPSS 22.0 program and the analysis results were interpreted at the p<0.05 significance level. Results: The average age of the participants in our study was 22.05±2.31 and 19.2% of them were vaccinated against the Human Papilloma Virus. 62% of the participants were sexually active and 34.3% had heard of Human Papilloma Virus before. The knowledge score about the virus was affected by sexual activity, early sexual intercourse, class level, economic status, and marital status. Conclusions: The poor knowledge of students about the risks factor of HPV infection and vaccine is reflected in their risky behaviour. Promoting and providing universal access to the HPV vaccination may encourage international students to get the vaccine, leading to fewer new cases of HPV infection.
Amaç: Kronik hastalığı olan veya cerrahi girişim geçirmiş olan hastaların evde bakımlarını üstlenecek olan bakım vericilerinin, koronavirüs pandemi dönemindeki kaygı düzeylerinin bilgi/ beceri düzeylerine olan etkisinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Tanımlayıcı kesitsel olarak planlanan araştırma Mayıs -Ağustos 2021 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Veriler bir Devlet Hastanesi’nin dahiliye ve cerrahi kliniklerinde bakım almış hastalara evde bakım veren 458 bireyden toplanmıştır. Veri toplamada ‘Hastaların Tanımlayıcı Özellikleri Formu’, ‘Hastalara Bakım Verecek Olan Aile Üyelerinin/Bireylerinin Tanıtıcı Özellikleri ve Bilgi- Beceri Düzeyleri Formu’ ve ‘Koronavirüs Kaygı Ölçeği’ kullanılmıştır. Veri analizinde tanımlayıcı istatistiklerden (sayı, yüzde, ortalama, standart sapma) yararlanılmış, bakım veren bireylerin koronavirüs kaygı düzeyinin karşılaştırılmasında t-testi ve ANOVA testi kullanılmıştır. Bulgular: Bakım vericilerin Koronavirüs Kaygı Ölçeği puan ortalamalarının 19.02±4.51 yüksek olduğu bulunmuştur. Kaygı düzeyleri puan ortalamaları ile bakım vericilerin sosyodemografik özellikleri ve bilgi-beceri düzeyleri arasında kadın cinsiyet, çalışan olmak, anne/babaya bakım vermek, bakım vermeyi istememe, manevi/psikolojik destek almama, hastaların ilaçlarına dair bilgisi sahibi olmama değişkenlerinin istatistiksel olarak anlamlılığa neden olarak bakım vericilerin koronavirüs kaygılarını artırdığı saptanmıştır (p<0.05). Sonuç: Taburcu edilmiş hastaların ve evde bu hastaların bakımına devam edecek olan aile üyelerinin/bireylerin koronavirüs pandemisi konusunda detaylı bilgilendirilerek, bakım vericilerin bilgi beceri düzeylerinin belirlenmesi önemlidir.
Amaç: Bu çalışma hemşirelik öğrencilerinin yaşadığı stres kaynakları ile algıladıkları sosyal destek arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu çalışma, 6 Mayıs-24 Haziran 2019 tarihleri arasında İç Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde bulunan iki üniversitenin Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini, 2018-2019 öğretim yılı bahar döneminde okuyan tüm hemşirelik öğrencileri (N=1117) oluşturmuştur. Çalışma, katılmayı kabul eden toplam 860 (%76.9) öğrenci ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, “Öğrenci Kişisel Bilgi Formu” (ÖKBF), “Öğrenci Stresör Ölçeği” (ÖSÖ) ve “Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği” (ÇBASDÖ) kullanılarak edinilmiştir. Verilerin analizinde Mann-Whitney U testi, Kruskal Wallis-H testi ve Spearman korelasyon uygulanmıştır. Bulgular: Öğrencilerin ÖSÖ toplam puan ortalaması 33.58±7.60 iken, ÇBASDÖ toplam puan ortalaması 60.68±14.02 olarak bulunmuştur. Hemşirelik öğrencilerinden ailesinin gelir durumu iyi olanlarda ve sorunlar karşısında ailesinden destek alanlarda ÖSÖ puan ortalaması anlamlı derecede daha düşük, ÇBASDÖ puan ortalaması ise anlamlı derecede daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Kişilik yapısını sinirli/agresif olarak tanımlayanlarda ÖSÖ, özgüvenli olarak tanımlayanlarda ÇBASDÖ puan ortalamasının anlamlı derecede daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Öğrencilerin ÖSÖ ve ÇBASDÖ puanları arasında ilişki bulunmamıştır (p=0.912, r=-0.004). Sonuç: Bu çalışmada hemşirelik öğrencilerinin hem stres kaynaklarının hem de algıladıkları sosyal desteğin ortalamanın üzerinde olduğu saptanmıştır. Hemşirelik öğrencilerinin yaşadığı stres kaynakları ile algıladıkları sosyal destek arasında ilişki saptanmamıştır.
Amaç: Bu araştırma, hemşirelik öğrencilerinin tükenmişlik düzeyi ile psikolojik iyi oluşları arasındaki ilişkinin incelenmesi amacıyla tanımlayıcı türde planlanmıştır. Yöntem: Araştırmanın çalışma grubunu 462 hemşirelik öğrencisi oluşturmuştur. Veriler ‘Tanıtıcı Bilgi Formu’, ‘Psikolojik İyi Oluş Ölçeği’ ve “Maslach Tükenmişlik Envanteri- Öğrenci Formu” ile toplanmıştır. Bulgular: Katılımcıların Maslach Tükenmişlik Envanteri-Öğrenci Formu ve Psikolojik iyi oluş ölçeği puan ortalamalarının orta düzey olduğu belirlenmiştir. Psikolojik İyi Oluş Ölçeği ile Maslach Tükenmişlik Envanteri-Öğrenci Formuna ait “tükenme” ve “duyarsızlaşma” alt boyutları arasında zayıf ve negatif yönde; “yetkinlik” alt boyutu arasında ise zayıf ve pozitif yönde ilişki olduğu belirlenmiştir. Psikolojik iyi oluş üzerinde “tükenme” ve “yetkinlik” alt boyutlarının anlamlı düzeyde etkili olduğu; “duyarsızlaşma” alt boyutunun ise anlamlı düzeyde bir etkisinin olmadığı belirlenmiştir. Ayrıca, bu değişkenlerin (“tükenme”, “duyarsızlaşma” ve “yetkinlik”) psikolojik iyi oluştaki varyansın %22’sini açıkladığı saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamızda katılımcıların tükenmişlik düzeylerinin psikolojik iyi oluşları üzerinde negatif yönde ve önemli oranda (%22) etkili olduğu saptanmıştır. Öğrencilerin psikolojik iyi oluşunu koruma ve güçlendirme açısından yaşadıkları tükenmişlik düzeylerini azaltmaya yönelik çalışmalar yapılması önerilmektedir.
Amaç: Bu çalışmada, lise öğrencilerinin bilişsel esneklik ile problem çözme becerilerinin ve aralarındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı türdeki araştırmanın örneklemini İç Anadolu Bölgesinde bulunan bir Sosyal Bilimler Lisesi'nde öğrenim gören 382 öğrenci oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında, Öğrenci Bilgi Formu, Bilişsel Esneklik Ölçeği ve Problem Çözme Envanteri kullanılmıştır. Mann Whitney U ve Kruskal Wallis testleri ile karşılaştırmalar yapılmıştır. Spearman Korelasyon testi ile değişkenler arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin bilişsel esneklik ölçeği puan ortalaması 51.45±8.51’dir. Problem çözme envanteri toplam puan ortalaması 96.43±19.92 olup problem çözme yeteneğine güven boyutu puan ortalaması 31.28±8.84, yaklaşma kaçınma boyutu puan ortalaması 48.29±11.37 ve kişisel kontrol boyutu puan ortalaması 16.85±3.51’dir. Bilişsel esneklik ile problem çözme arasında orta düzeyde ve negatif yönde bir ilişki vardır (r = -0.490, p < 0.01). Sonuç: Öğrencilerin bilişsel esneklik düzeyleri arttıkça problem çözme becerileri de artmıştır. Bu nedenle lise öğrencilerinin hem bilişsel esneklik düzeylerini hem de problem çözme becerilerini geliştirmek için müdahale programları planlanmalı ve uygulanmalıdır.
Amaç: Türkiye’de hemşirelik eğitimi alan öğrenciler için kanıta dayalı hemşireliğin önemi ve kullanımına yönelik tutumları belirlemede kullanılabilecek bir ölçme aracı geliştirmektir. Yöntem: Metodolojik tipte olan çalışmaya, 2021-2022 eğitim öğretim yılı bahar döneminde Sağlık Bilimleri Fakültesi hemşirelik bölümüne kayıtlı olan, 3. ve 4. sınıfta öğrenim gören 222 öğrenci dahil edilmiştir. Veriler Kasım 2021-Haziran 2022 tarihleri arasında toplanmıştır. Geçerlilik analizleri için kapsam geçerliliği, açıklayıcı faktör analizi ve bilinen gruplar geçerliliği yapılmıştır. Ayırt edici geçerlilik Pearson korelasyon analizi ile değerlendirilmiştir. Güvenirlik analizleri için Cronbach alpha, Spearman-Brown korelasyon testleri ve test-tekrar test güvenirliliği hesaplanmıştır. Bulgular: Geliştirilen ölçek beşli likert tipinde, 18 madde ve iki faktör yapısına sahiptir. Açıklanan toplam varyansın %64.8 olduğu ölçeğin iki alt boyutu “Kanıta Dayalı Hemşireliğin Önemi” ve “Kanıta Dayalı Hemşireliğin Kullanımı” olarak isimlendirilmiştir. Bu araştırmada ölçeğin Cronbach alfa değeri 0.942 olarak, test-tekrar test güvenirlik katsayısı 0.737 bulunmuştur. Sonuç: Bu çalışmada ülkemizdeki hemşirelik öğrencileri için geliştirilen ölçeğin geçerli ve güvenilir bir ölçek olduğu bulunmuştur.
Bu çalışmada, Türkiye’de hemşirelik alanında 2012-2023 yılları arasında yayımlanan oral kemoterapi konulu makalelerin incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırma literatüre dayalı retrospektif tipte tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Türkçe ve İngilizce olarak “oral kemoterapi”, “hemşirelik” anahtar kelimeleri kullanılarak Google Akademik, Türk Medline ve Pubmed veri tabanlarından araştırılmıştır. 2012-2023 yılları arasında yayımlanan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 11 makale incelenmiştir. Makalelerin %81.8’i araştırma makalesi ve %18.2’sinin derleme olduğu saptanmıştır. Makalelerin %54.5’i ulusal, %45.5’i ise uluslararası dergilerde ve %63.6’sı İngilizce olarak yayımlanmıştır. Araştırmaların %45.5’i oral kemoterapi de ilaç uyumunu incelemiştir. Araştırmaların %100’ü hastalar ile gerçekleştirilmiştir. Araştırmalarda örneklem popülasyonu olarak sağlık profesyonelleri ve hastalara bakım veren aile üyeleriyle yapılan çalışmalara ulaşılamamıştır. Hasta bakım kalitesi açısından bu grupların farkındalıkları, bilgi düzeyleri, klinik uygulamaları ve destek ihtiyaçlarının saptanmasının kanıt temelli çalışmalara yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Amaç: Jinekolojik kanserler içinde mortalite oranı yüksek olan over kanserinin tedavisinin her aşamasında hemşirelik bakımı önemlidir. Bu olguda over kanseri tanısıyla ameliyat olan hastanın Orem’in Öz Bakım Eksikliği Teorisi kapsamında ameliyat sonrası yaşadığı sorunların tanımlanması ve kurama dayalı hemşirelik bakım yönetiminin açıklanması amaçlanmıştır. Olgu: 57 yaşında olan hasta E.H. batında serbest sıvı şüphesi görülmesi üzerine kuruma yönlendirilmiştir. Over kanseri tanısı konulan hasta ameliyat olmuş ve post op 8. gününde hastaneden taburcu edilmiştir. Ameliyat sonrası bakım sürecinde “kanama, enfeksiyon, solunum fonksiyonunda bozulma, akut ağrı, bulantı, konstipasyon, aktivite intoleransı, özbakım eksikliği, sıvı volüm dengesizliği, bilgi eksikliği, tromboemboli riski ve düşme riski” hemşirelik tanıları konulmuştur. Sonuç: Uygulanan hemşirelik bakımının sonucunda hastanın öz bakım gücünün olumlu yönde etkilendiği görülmüştür. Hastanın bağımsız olarak yapabildiği uygulamalar artmıştır. Bu çalışmanın jinekolojik onkoloji alanında çalışan hemşirelerin bakım uygulamalarında örnek oluşturabileceği düşünülmektedir.
Amaç: Çalışma, kadın hastalıkları ve doğum kliniklerinde çalışan ebe ve hemşirelerin araştırma sonuçlarını kullanma engellerini kolaylaştırıcılarını belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipte olan çalışma, Türkiye’nin güneyindeki bir eğitim araştırma hastanesinin kadın hastalıkları-doğum klinikleri ve polikliniklerinde görev yapan 85 ebe ve hemşire ile yapılmıştır. Veriler, Haziran-Aralık 2020 tarihleri arasında, Kişisel Bilgi Formu ve Araştırma Kullanım Engelleri Ölçeği (AKEÖ) kullanılarak toplanmıştır. Veriler ebelerin ve hemşirelerin özbildirimine dayalı olarak toplanmıştır. Veriler, tanımlayıcı istatistikler, Kolmogorov-Smirnov normal dağlım testi, Kruskall-Wallis H test ve Mann-Whitney U testi kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Ebe ve hemşirelerin AKEÖ puan ortalamasının (91.22±15.30) yüksek olduğu belirlenmiştir. Araştırma kullanımı ile ilgili en yüksek engel algısının “Kurum” ve “Hemşire” alt boyutlarına, en düşük engel algısının “Araştırma” ve “Sunum” alt boyutlarına ait olduğu saptanmıştır. Ebe ve hemşirelerin %33’ü, kaynaklara ulaşımın sağlanmasının araştırma kullanımında en önemli kolaylaştırıcı faktör olduğunu belirtmişlerdir. Ebe ve hemşirelerin AKEÖ toplam puan ortalamasıyla eğitim durumu hariç diğer tüm tanıtıcı özellikler arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı bulunmuştur. Sonuç: Araştırmada kadın hastalıkları ve doğum alanında çalışan ebe ve hemşirelerin araştırma sonuçlarını kullanım engel algısının yüksek olduğu belirlenmiştir. Ebe ve hemşirelerin araştırma sonuçlarına ulaşmasını ve uygulamada kullanılmasını kolaylaştıracak (kaynak, internet erişimi vb.) stratejiler geliştirilmelidir. Buna yönelik kadın hastalıkları ve doğum alanında araştırma ve kanıta dayalı uygulama kültürü oluşturma konusunda kurum içi faaliyetler yapılmalıdır. Bu bağlamda üniversite-hastane işbirliğinin sağlanması önemlidir.
Amaç: Bu araştırma, öğrenci hemşirelerin psikiyatri hemşireliği uygulaması kapsamında genel kliniklerde bakım verdikleri hastalara ilişkin belirledikleri hemşirelik tanılarının incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Retrospektif tanımlayıcı tipte gerçekleştirilen bu araştırmanın evrenini bir devlet üniversitesinin Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik bölümü 2021-2022 eğitim öğretim döneminde, psikiyatri hemşireliği uygulaması dersini alan 75 öğrenci, örneklemi ise uygulama sonunda bakım planı dosyası teslim eden 72 öğrenci oluşturmuştur. Veriler, öğrencilerin uygulama dersi sonunda teslim ettikleri bakım planları incelenerek toplanmıştır. Hemşirelik tanıları, Gordon’un Fonksiyonel Sağlık Örüntülerine göre sınıflandırılmıştır. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistikler kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmada Gordon’un Fonksiyonel Sağlık Örüntüleri ’ne göre “2015-2017 Kuzey Amerika Hemşirelik Tanıları Birliği (NANDA) hemşirelik tanıları incelendiğinde, 11 örüntüde 49 farklı olmak üzere toplam 495 hemşirelik tanısı saptanmıştır. Gordon’un Fonksiyonel Sağlık Örüntülerine göre, öğrencilerin %20.4’ü “beslenme-metabolik durum”, %19.6’si “kendini algılama” ve %13.7’si “bilişsel algılama” alanlarında tanı belirlemiştir. Öğrencilerin “inanç ve değerler” alanında hiç tanı belirlemediği saptanmıştır. Öğrencilerin, belirledikleri en yaygın NANDA hemşirelik tanılarının, enfeksiyon riski (%10.3), uyku örüntüsünde bozulma (%8.7), akut ağrı (%8.7), anksiyete (%8.5), düşme riski (%7.7) olduğu saptanmıştır. Sonuç: Öğrencilerin sıklıkla belirledikleri tanıların bakım verdikleri bireyin fizyolojik alanına ilişkin olduğu, bütüncül hemşirelik bakımı sağlayacak yeterlikte tanı belirleyemedikleri saptanmıştır. Psikiyatri hemşireliği uygulaması kapsamında konsültasyon ve liyezon psikiyatrisi uygulaması yapan öğrencilerin hastaları bütüncül değerlendirebilmeleri açısında vaka çalışmalarının arttırılmasının faydalı olacağı düşünülmektedir.
Objective: This study was aimed to determine the effect of privacy consciousness of nursing students on their attitudes towards registration and preservation of personal health data. Method: The study was conducted as a descriptive and correlational research with 255 nursing students. The data were collected by using the Student Information Form, the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude Scale and the Privacy Consciousness Scale. The data were evaluated in the IBM SPSS Statistics 21.0 program. Mann Whitney U and Kruskall Wallis test were used to analyze the mean scores of the scale in terms of descriptive characteristics. Multiple linear regression analysis was performed to determine the predictor of the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude scores. Results: The total mean score of the students' the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude Scale was 4.15±0.43 and the mean total score of the Privacy Consciousness Scale was 4.48±0.48. It was determined that the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude Scale total score averages of those who received training on the preservation of personal health data were statistically significantly higher than those who did not receive any training (p<0.05). There was a moderately significant positive correlation between the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude Scale and the Privacy Consciousness Scale total scores (p<0.01). It was determined that the students' Privacy Consciousness Scale scores and status of receiving training on the preservation of personal health data explained 18.9% of the Registration and Preservation of the Personal Health Data Attitude Scale scores. Conclusion: As the privacy level of students increases, their attitudes towards registration and preservation of personal health data are positively affected. The fact that students have positive attitudes towards the protection of patient records and have raised their privacy consciousness is important in terms of the sensitivity of future nurses to patient rights. Improving the privacy perception of nursing students will also be very effective in the process of preserving the personal health data of the individuals they care for. For this reason, it will be important to educate nursing students on privacy and the recording and protection of personal health data throughout their undergraduate education.
Objective: The aim of this study was to determine the knowledge and attitudes of nurses working in surgical and internal medicine clinics on pain management. Methods: This study is descriptive and cross-sectional. A total of 140 nurses working in surgical and internal clinics in a hospital participated in the study. The data were obtained by questionnaire form and Nursing’s Knowledge and Attitudes Survey Regarding Pain (NKASRP). Data were analyzed by using SPSS 22.0 software. In the evaluation of the data; ANOVA, Mann Whitney U, Kruskal Wallis significance test, and logistic regression analysis were used. Results: The mean score of the NKASRP scale of the nurses was 17.72±3.72. It was found that working for more than ten years, receiving graduate education and frequent encounters with painful patients were associated with a high level of knowledge. The probability of having sufficient knowledge of nurses working in surgical clinics was found to be 1.12 times higher (95% CI: 1.02-1.24) than nurses working in internal medicine clinics. Conclusions: Effective pain management requires the nurse's correct knowledge, attitude and assessment related to pain. The present study determined that nurses had a lack of knowledge and misconceptions about pain assessment and pain medication use, which are the main obstacles to effective pain management.
Amaç: Araştırma yoğun bakım ünitelerinde çalışan hemşirelerin hasta mahremiyetini koruma ve sürdürme durumlarını değerlendirilmek amacıyla yapıldı. Yöntem: Tanımlayıcı-kesitsel tipteki araştırma Eylül-Aralık 2020 tarihlerinde bir üniversite hastanesinin yoğun bakım ünitelerinde çalışan hemşireler ile (n=202) yapıldı. Veriler “Hemşire Tanıtım Formu” ve “Hasta Mahremiyet Ölçeği (HMÖ)” kullanılarak toplandı. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistikler, Kruskal-Wallis H test ve Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin yaş ortalaması 27.50±4.01, çoğu kadın (%78.2), bekar (%71.8) ve lisans mezunu (%63.4)’dur. Hemşirelerin %56.4’ü dahili yoğun bakım ünitelerinde görevli ve, %55.4’ü 1-4 yıldır yoğun bakım hemşiresi olarak çalışmaktadır. Hemşirelerin tamamına yakını hasta mahremiyetini kişisel bilgilerin gizliliği (%91.4) ve beden gizliği (%92.4) olarak değerlendirmektedir. Çalıştığı yoğun bakım ünitesinde hasta mahremiyetinin ihlal edildiğini düşünenlerin oranı %90.1’dir. Hemşirelerin HMÖ toplam puan ortalaması 4.48±0.53 olup, eğitim düzeylerine göre HMÖ puanları arasında anlamlı fark saptanmıştır (p0.05) Sonuç: Yoğun bakım hemşireleri hasta mahremiyetinin korunma ve sürdürülmesine yüksek düzeyde özen göstermektedir. Yoğun bakım ünitelerinde hasta mahremiyetinin gözetilmesini arttırmak amacıyla hizmet içi eğitimler düzenlenmesi önerilmektedir.
Amaç: Bu araştırmanın amacı, adölesanların menstruasyon döneminde karşılanmamış sağlık hizmeti gereksinimlerini ve ilişkili faktörleri incelemektir. Yöntem: Araştırma kesitsel tiptedir. Araştırmanın evrenini, Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan ve 12-19 yaş arasındaki kadın adölesanlar oluşturmuştur. Araştırmanın örneklemi bilgisayar ortamında 0.2 etki büyüklüğü, %80 güç ve %95 güven düzeyinde 202 olarak hesaplanmıştır. Araştırmanın verileri literatürden yararlanılarak hazırlanan anket formu ile toplanmıştır. Veriler sosyal medya hesapları üzerinden gönderilen link yoluyla 27 Eylül-6 Kasım 2021 tarihleri arasında toplanmıştır. Bulgular: Adölesanların %16.3’ünün menstruasyon döneminde karşılanmamış en az bir sağlık hizmeti gereksinimi vardır. Adölesanların en çok acil durumlarda sağlık hizmetine erişemediği, yaklaşık beşte birinin de hijyenik pede erişemediği belirlenmiştir. Karşılanmamış sağlık hizmeti gereksiniminin en sık rastlanan nedenleri; sosyal güvencenin olmaması ve doktor korkusudur. Geniş ailede yaşayan, menstruasyonun en yoğun gününde ped değiştirme sıklığı az olan, pedi evde kendi kendine yapan, menstruasyon nedeniyle okula devamsızlık yapanlarda karşılanmamış sağlık hizmeti gereksiniminin daha fazla olduğu belirlenmiştir (p
Objective: The aim of the study was to determine father-infant attachment levels and the affecting factors. Methods: Descriptive study included 118 fathers of infants between the ages of 6-12 months. Data were collected using the Descriptive Information Form and the Paternal-Infant Attachment Scale (PIAS). Descriptive statistics, independent sample t-tests, Mann-Whitney U test, the Kruskal Wallis test, and Backward Stepwise Regression were used. Results: The PIAS score average of fathers was 75.22. Fathers with social security and good marital relationships had significantly higher PIAS scores. Changed diapers, bathed, and messaged obtained significantly higher attachment scores than those who did not (p<0.01), and 10.4 % attachment scores of those who put their baby to sleep increased. Conclusion: In the current study, the attachment scores of fathers who changed their babies' diapers, put them to sleep, bathe and massage them were higher than those who did not.
Amaç: Doğum sonrası dönemde emzirmenin başlatılması, sürdürülmesinde eş desteği önemlidir. Bu sistematik derlemenin amacı, emzirme desteğinde babaların eğitimine yönelik randomize kontrollü çalışmaların bulgularının sistematik incelenmesidir. Yöntem: Sistematik derleme niteliğinde olan bu çalışmada, PubMed, Science Direct, Web of Science, Cochrane ve Scopus veri tabanlarından 24.06.2022-01.08.2022 tarihleri arasında tarama yapıldı. Taramada “education of fathers OR breastfeeding”, “education of fathers AND breastfeeding” anahtar kelimeleri kullanıldı. Sistematik derlemeye, alınma kriterlerine uyan 7 randomize kontrollü çalışma dahil edildi. Sistematik derlemenin raporlamasında PRISMA kılavuzundan yararlanıldı. Bulgular: Çalışmada toplam 401 çalışmaya ulaşılmış ve analiz sonucunda 7 randomize kontrollü çalışma alındı. Babalara verilen emzirme danışmanlığı eğitimlerinin, baba odaklı doğum öncesi emzirme sınıfının ve anne-babalara birlikte verilen emzirme eğitimlerinin emzirme öz yeterlilik, bilgi ve tutumlarında olumlu etkileri olduğu bulundu, ancak anne ve babalara verilen oral stimülasyon programının emzirme süresine etkisi olmadığı saptandı. Sonuç: Babalara verilen emzirme eğitimlerinin, babaların emzirme öz yeterlilik, bilgi ve tutumlarında olumlu etkilerinin olduğu, prenatal ve postnatal eğitimlere anneler ile birlikte babaların dahil edilmesinin emzirmeyi başlatma ve sürdürmede etkili olacağı sonucuna varıldı. Bununla birlikte, bu konuda daha fazla çalışma yapılması önerilir.
Amaç: Bu çalışma, hemşirelik öğrencilerinin hemşirelik tanılarını algılama düzeyleri ile klinik performanslarına ilişkin öz yeterliklerini belirlemek amacıyla yürütülmüştür. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipte olan bu araştırma bir devlet üniversitesinin sağlık bilimleri fakültesinde öğrenim gören 212 hemşirelik bölümü öğrencisi ile gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın verileri tanıtıcı bilgi formu, Hemşirelik Tanılarını Algılama Ölçeği ve Klinik Performansta Öz-Yeterlilik Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Bulgular: Hemşirelik öğrencilerinin %83.5’inin hemşirelik tanılarını gerekli bulduğu, %56.1’inin hemşirelik tanısı belirleme sürecinde sorun yaşadığı, Hemşirelik Tanılarını Algılama Ölçeği puan ortalamasının 2.54±0.68; Klinik Performansta Öz-Yeterlilik Ölçeği puan ortalamasının 70.36±16.31 olduğu belirlenmiştir. Hemşirelik Tanılarını Algılama Ölçeği ile Klinik Performansta Öz-Yeterlilik Ölçeği puan ortalamaları arasında negatif yönde düşük düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (r=.182, p=0.008). Sonuç: Bu çalışmada öğrencilerin hemşirelik tanılarını algılama düzeylerinin orta; klinik performanslarına ilişkin öz yeterlik algılarının ise %70 oranında yeterli olduğu tespit edilmiştir. Hemşirelik Tanılarını Algılama Ölçeği ile Klinik Performansta Öz-Yeterlilik Ölçeği toplam puan ortalamaları arasında negatif yönde düşük düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır. Öğrencilerin hemşirelik tanılarını algılama düzeyini cinsiyet ve öğrenim görülen sınıf değişkenlerinin etkilediği belirlenmiştir. Öğrencilerin klinik performans öz yeterlik düzeylerini ise cinsiyet, hemşirelik bölümünde öğrenim görmekten memnun olma durumu, hemşirelik tanılarını gerekli bulma durumu ve hemşirelik tanısı belirleme sürecinde sorun yaşama durumu değişkenlerinin etkilediği bulunmuştur. Öğrencilerin tanılama becerilerinin ve klinik uygulamalardaki öz yeterliklerinin gelişimini desteklemek için lisans eğitimleri esnasında hemşirelik sürecine ayrılan sürenin artırılması ve öğretim elemanlarının farklı öğretim yöntemlerini kullanmaları önerilir.
Amaç: Bu çalışma, “Sosyal Medya ve Hemşirelik” dersinin, hemşirelik öğrencilerinin sosyal medyaya özgü epistemolojik inançları ile eleştirel düşünme motivasyonu ve eğilimleri üzerine etkisini belirlemek amacıyla planlanmıştır. Yöntem: Prospektif tipteki bu araştırmanın evrenini 2020 - 2021 eğitim-öğretim yılı bahar döneminde “Sosyal Medya ve Hemşirelik” dersini alan 93 hemşirelik bölümü 1. sınıf öğrencileri oluşturmuştur. Araştırmanın verileri, “Sosyal Medya ve Hemşirelik” dersi kapsamında, Eleştirel Düşünme Motivasyonu Ölçeği, California Eleştirel Düşünme Eğilimi Ölçeği ve Sosyal Medyaya Özgü Epistemolojik İnançlar Ölçeği aracılığıyla dört defa tekrarlı ölçümler sonucunda toplanmıştır. Bulgular: Araştırma sonucuna göre, öğrencilerin, sosyal medyaya özgü epistemolojik inançlarının ve eleştirel düşünme motivasyonlarının dört ölçüm sonucuna göre yüksek düzeyde olduğu, eleştirel düşünme eğilimlerinin ise düşük düzeyde olduğu saptanmıştır. Sosyal medyaya özgü epistemolojik inançlar, eleştirel düşünme motivasyonu ve eleştirel düşünme eğiliminin 1. ve 4. ölçümleri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki belirlenmiştir. Sonuç: Öğrencilere bilgiyi sorgulama, bilginin kaynağına ulaşma ve doğru bilgiyi seçme, eleştirel düşünme gibi becerileri kazandıracak seçimlik derslerin hemşirelik eğitim programlarına eklenmesi ve derslerde, öğrencileri düşünmeye ve sorgulamaya yönelten öğretim yöntemlerinin kullanımına daha fazla yer verilmesi önerilebilir.
Objective: This study was carried out to determine the relationship between the attitudes of midwifery students about euthanasia and their religious attitudes. Methods: The universe of this cross-sectional study consisted of students studying in the midwifery department of a university in eastern Türkiye. The study was carried out with 284 volunteer midwifery students between November and December 2021. Descriptive statistics such as frequency, percentage, mean and standard deviation values were used in the evaluation of the data. Independent samples t-test and one-way analysis of variance (ANOVA) were used for normally distributed variables, and Spearman correlation analysis was used for non-normally distributed variables. The study data were collected through Google Form. Participants were asked a consent question via the Google form to confirm whether they wanted to participate in the study. Results: The mean total Health Professional Euthanasia Attitude Scale (HPEAS) score of the participants was found as 83.04±16.07, while their mean total Ok-Religious Attitude Scale (ORASI) score was determined as 34.01±6.00. Accordingly, the participants had moderate attitudes about supporting euthanasia, while their religious attitudes were positive. Conclusions: As a result of this study, it was observed that most of the students had negative attitudes towards euthanasia, and one of the factors that affected these attitudes was religious belief.
Amaç: Üniversite öğrencilerinin cinsel mitlere inanma düzeyi ile kadına yönelik namus anlayışı arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı desene sahip çalışma Eylül- Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Örneklemini güç analizi sonucunda çalışmaya katılmaya gönüllü ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 361 öğrenci oluşturmuştur. Çalışma verilerinin toplanmasında literatür doğrultusunda hazırlanan tanıtıcı bilgi formu, Kadına İlişkin Namus Anlayışı Tutum Ölçeği (KİNATÖ) ve Cinsel Mitler Ölçeği (CMÖ) kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan öğrencilerin yaş ortalamaları 20.18±2.19 yıl olarak bulunmuştur. Öğrencilerin %85.3’ünün kadın olup %71.5’i cinsellik ile ilgili bilgi almıştır. Ayrıca %77.8’i cinsel deneyim yaşamamış olup %55.1’i evlilik öncesi cinsel deneyimin yaşanmaması gerektiğini düşünmektedir. Öğrencilerin CMÖ puan ortalamaları 57.48±15.31; KİNATÖ 108.19±14.22'dir. Evlilik öncesi cinsel deneyim yaşanabileceğini düşünen öğrencilerin KİNATÖ toplam puanları anlamlı olarak daha yüksek (p<0.001), CMÖ toplam puanı ise anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur (p<0.001). Korelasyon analizi sonucunda CMÖ ile KİNATÖ toplam puanı arasında güçlü düzeyde negatif yönde anlamlı bir ilişki bulunmuştur (r =-0.70; p<0.001). Sonuç: Katılımcıların kadına ilişkin namus anlayışı ve tutum açısından eşitlikçi bir yaklaşıma sahip olduğu ve erkek öğrencilerde cinsel mitlerin daha yaygın olduğu saptanmıştır.
Amaç: Bu çalışma, hemşirelerin iş yerinde yaşadıkları psikolojik şiddet ile psikolojik sağlamlıkları arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: İlişki arayıcı tipteki bu çalışma, 15 Nisan-1 Mayıs 2021 tarihleri arasında, 236 hemşire ile yapılmıştır. Verilerin toplanmasında, “Kişisel Bilgi Formu”, “İş Yerinde Psikolojik Şiddet Davranışları Ölçeği” ve “Kısa Psikolojik Sağlamlık Ölçeği” kullanılmıştır. Verilerin analizinde sayı, yüzde dağılımı Ki-kare testi, Basit Doğrusal Regresyon Analizi kullanılmış, p<0.05 düzeyi istatistik olarak anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Hemşirelerin %35.6'sının psikolojik şiddete maruz kaldığı belirlenmiştir. Bölüm değiştirme talebinde bulunanların bulunmayanlara, mesleğini sürdürmek istemeyenlerin mesleğini sürdürmek isteyenlere göre psikolojik şiddet puan ortalamasının daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Psikolojik şiddet ile psikolojik sağlamlık arasında negatif yönlü düşük düzey istatistiksel olarak anlamlı ilişki (r=-0.164) olduğu ve psikolojik şiddetin bir birim artmasının, psikolojik sağlamlığın 0.202 puan düşmesine neden olduğu (B=-0.202) belirlenmiştir. Sonuç: Yapılan değerlendirme sonucunda hemşirelerin psikolojik şiddet ile psikolojik sağlamlık düzeyleri arasında negatif bir ilişki olduğu, psikolojik şiddet arttıkça psikolojik sağlamlığın azalabileceği sonucuna ulaşılmıştır.
Amaç: Çalışmada, gebelerde evlilik doyumu ve prenatal bağlanmayı etkileyen faktörler ile evlilik doyumunun prenatal bağlanma üzerine etkisini incelemek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma tanımlayıcı tipte yapılmıştır. Çalışmanın verileri 01 Nisan 2021- 30 Haziran 2021 tarihleri arasında örnekleme dâhil edilme kriterlerine uyan ve araştırmaya katılmayı kabul eden toplam 252 gebeden toplanmıştır. Veriler kişisel bilgi formu, Prenatal Bağlanma Envanteri (PBE) ve Evlilik Doyum Ölçeği (EDÖ) kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde sayı ve yüzdelik dağılımlar, ortalama, non-parametrik testler (Kruskal Wallis, Mann Whitney-U) ile sürekli değişkenler arasındaki ilişkiyi incelemede Spearman korelasyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Gebelerin ekonomik durumu (p=0.027), evlenme yaşı (p=0.030), eşi ile tanışma şekli (p=0.006), gebeliğin planlanma durumu (p=0.017), gravidite (p=0.003) ve gebelik trimesteri (p=0.033) prenatal bağlanmalarını etkilemektedir (p<0.05). İlde ikamet edenlerin köyde ikamet edenlere (p=0.019), eşi ile flört/arkadaşlık ederek tanışanların görücü usulü tanışanlara (p=0.002), eşi ile ilişkisini çok iyi olarak niteleyenlerin orta/kötü/çok kötü olarak niteleyenlere (p=0.004) göre EDÖ toplam puanlarının daha yüksek olduğu saptanmıştır (p<0.05). Gebelerin PBE ile EDÖ toplam puanları arasında negatif yönde anlamlı (p<0.05) bir ilişki olduğu bulunmuştur. Sonuç: Araştırmada yer alan gebelerin prenatal bağlanma düzeyleri orta düzeydedir. Gebelikte, yaş ve gebelik sayısının prenatal bağlanmayı etkilediği bulunmuştur. Evlilik doyumunu; evlilik süresi, gebelik sayısı ve gebelik haftası olumsuz etkilemektedir. Çalışmada gebelerin prenatal bağlanma düzeyleri arttıkça evlilik doyumunun azaldığı sonucuna ulaşılmıştır.
Objective: The objective of this research is to determine the COVID-19 fear levels of pregnant women during the pandemic period and to reveal the factors that affect their fear levels. Methods: This descriptive and cross-sectional study was conducted with 440 married pregnant women between August 1st and December 31st, 2020. The research data were obtained using the COVID-19 Fear Scale and the demographic questionnaire prepared in line with the relevant literature. Results: The mean COVID-19 Fear Scale score of pregnant women was found as 22.25 ± 6.60 (min:7, max:35). COVID-19 fear was found to be higher among the pregnant women, who do not have a child, who stated that they needed psychological support, who were in the 4th-6th month of their pregnancy, who stated that they always feel fear whenever they go out, who restrict home visits, who are afraid of becoming infected by COVID-19, who are concerned about their babies getting harmed by COVID-19, who have had someone among their kith and kin that became infected by COVID-19, who are worried about giving birth in a health institution, who were not able to go to their prenatal check-ups, who are afraid of losing their babies, who are afraid of giving birth prematurely and who are afraid of giving birth to a baby that incurs a disability due to COVID-19. Conclusion: Up-to-date information should be shared with pregnant women during the pandemic period ensuring that their fear levels are alleviated.
Amaç: Bu araştırma, COVID-19 pandemi sürecinde yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların uyku kalitesini ve etkileyen faktörleri saptamak amacı ile gerçekleştirildi. Yöntem: Kesitsel türdeki araştırmanın evrenini, bir eğitim araştırma hastanesinin yoğun bakım ünitesinde yatan hastalar, örneklemini ise 198 hasta oluşturdu. Araştırma verileri toplanırken Hasta Bilgi Formu ve Richards Campbell Uyku Ölçeği kullanıldı. Bulgular: Hastaların %55.6’sı erkek, yaş ortalamaları 56.82±17.33 (min.-max.:16-95) yıl, %78.8’i evli, %24.7’si emekli ve %96.4’ü sağlık güvencesine sahipti. Yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların Richards Campbell Uyku Ölçeği toplam puan ortalamasının 44.71±14.88 ve %61.1’inin uyku kalitesinin kötü olduğu saptandı. Ev ortamında uykuya rahat geçen, uyku sorunu yaşamayan ve yoğun bakım ünitesi deneyimi olmayan, uykusunun etkilenmediğini ifade eden, uykuya geçiş için ilaç kullanan ve kendilerini huzursuz hissetmeyen hastaların Richards Campbell Uyku Ölçeği puan ortalamaları istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Sonuç: Yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların uyku kalitelerinin kötü düzeyde olduğu ve hastaların bireysel özelliklerinin uyku kalitesini olumsuz yönde etkilediği görüldü. Bu kapsamda, yoğun bakım ünitesinde uyku kalitesini arttırmak için çevre düzenlemesinin yapılması ve hemşirelerin hizmet içi eğitim programlarına katılarak farkındalığının arttırılması önerilebilir.
Amaç: Bu çalışmada Geriatri Polikliniğine başvuran 65 yaş ve üzeri yaşlı hastaların yalnızlık ve yaşamın anlamına ilişkin görüşlerini belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipte olan bu araştırma bir vakıf üniversitesi hastanesinde Ağustos 2019–Kasım 2019 tarihleri arasında geriatri polikliniğine ayaktan başvuru yapan 65 yaş üzeri olan 100 yaşlı hasta ile yürütülmüştür. Veriler, kişisel bilgi formu, Mini-mental durum değerlendirme testi, Yalnızlık Ölçeği ve Yaşamın Anlamı Ölçeği ile toplanmıştır. Bulgular: Çalışmamızda yaşlı hastaların yalnızlık ölçek puan ortalaması 8.89±5.48 ve yaşamın anlam ölçeği puan ortalaması 44.5±14.8’dir. Yalnızlık ve yaşamın anlamı ölçeği puan ortalamaları ile yaşlı hastaların sosyodemografik veriler arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır. Yaşlı hastaların yalnızlık hissi orta düzeyde bulunmuştur. Sonuç: Yaşlı hastaların arkadaşları ile görüşme sıklığı artıkça yalnızlık duyguları azaldığı belirlenmiştir. Yalnızlık duygusu artıkça yaşamdan anlam duygusunun azaldığı belirlenmiştir. Yaşlı hastaların sosyal desteğinin olması yalnızlığı önlemede önemli bir faktördür.
Amaç: Araştırma, hastaların ürodinami işlemine yönelik anksiyete, ağrı ve utanma düzeylerini belirlemek amacıyla planlandı. Yöntem: Tanımlayıcı-kesitsel türde planlanan araştırmanın örneklemini, bir şehir hastanesinin Üroloji Polikliniği’ne, Mayıs 2022-Ağustos 2022 tarihleri arasında başvuran, ürodinami işlemi planlanan 90 hasta oluşturdu. Veriler, hasta bilgi formu, ağrı, anksiyete ve utanma düzeylerinin değerlendirildiği Visual Analog Scale (VAS) ve Durumluk Kaygı Ölçeği (DKÖ) ile toplandı. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistiksel yöntemler, ağrı, anksiyete, utanma düzeyleri ve DKÖ puan ortalamalarına göre demografik verilerin karşılaştırılmasında Bağımsız Örneklem t Testi, Kruskal- Wallis ve anlamlı sonuçların post-hoc analizi için Mann Whitney-U testi kullanıldı. Araştırmaya başlamadan önce etik kurul ve kurum izni alındı. Bulgular: Hastaların anksiyete düzeyi puan ortalamasının 4.50±3.42 ağrı düzeyi puan ortalamasının 3.87±3.01, utanma düzeyi puan ortalamalarının 5.40±3.71 olduğu; DKÖ puan ortalamasının 49.80±6.70 olduğu saptandı. Hastaların cinsiyet, medeni durum, çalışma durumu, sigara kullanma durumu, tanı, daha önce ürolojik girişim uygulanma durumu ve ürodinami işlemi ile ilgili bilgi aldığı kaynak ile anksiyete, ağrı, utanma düzeyleri ve DKÖ puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu belirlendi (p<0.05). Sonuç: Ürodinami işlemine yönelik hastaların anksiyete, utanma ve kaygı durumlarının orta düzeyde, ağrılarının düşük düzeyde olduğu görüldü.
Amaç: Dahili kliniklerinde yatan hastaların bakım bağımlılıkları ve düşme risklerinin belirlenmesi, ilişkili faktörlerin saptanması, bakım bağımlılığı ile düşme riski arasındaki ilişkinin ortaya konulmasıdır. Yöntem: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı bir çalışmadır. Araştırma izinleri ve onamlar alınmıştır. Araştırmada Helsinki Deklerasyonu’na ve STROBE yazım standartlarına uyulmuştur. Veriler, Mayıs-Temmuz 2022 tarihleri arasında yüz yüze toplanmıştır. Örneklem, güç analizi ile belirlenmiştir (n: 148). Verilerin toplanmasında “Bakım Bağımlılığı Ölçeği” ve İtaki Düşme Riski Ölçeği” kullanılmıştır. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 56.41±16.38 hastanede yattığı gün ortalaması 8.44±16.276, beden kütle indeksi ortalaması 27.98±6.759, düşme riski puan ortalaması 9.55±6.138, bakım bağımlılığı puan ortalaması 77.81±12.09’dur. Yaş ile düşme riski puanı arasında pozitif yönde, bakım bağımlılığı puanı arasında negatif yönde bir korelasyon vardır. Düşme riski ve bakım bağımlılığı arasındaki negatif bir ilişki vardır. Sonuç: Cinsiyet, kronik hastalığın varlığı, bazı fiziksel engellerin varlığı gibi değişkenler ile bakım bağımlılığı ve düşme riski arasında ilişki vardır. Bu çalışmanın en önemli sonucu; bakım bağımlılığı arttıkça düşme riski azalmaktadır. Düşme riskini azaltmaya yönelik girişimlerle bu girişimlerin bakım bağımlılığına etkisinin değerlendirildiği yeni çalışmalar yapılması önerilebilir.
COVID-19 pandemisi cinsel şiddet, istenmeyen gebelik artışı gibi üreme sağlığı için önemli bir risk oluşturmaktadır. Üreme sağlığı ve aile planlaması hizmetleri pandemide öncelikli olarak tartışılmalı, doğum kontrolü ve kadınlara yönelik cinsel şiddeti önleme çalışmalarına sağlık hizmetlerinde yer verilmelidir. Pandemi sürecinde sağlık kaynaklarının pandemi ile mücadeleye yöneltilmesi aile planlaması hizmetlerine erişimin önüne engel olarak çıkmaktadır. Danışmanlık hizmetlerinin devamını sağlamak için yenilikçi stratejiler geliştirilerek bireylerin ihtiyaçlarına öncelik verilmelidir. Danışmanlık hizmeti sunulurken COVID-19 enfeksiyonunu önlemek için sağlık kuruluşu teması en aza indirilecek şekilde planlama yapılmalıdır. Çiftler, bireysel aile planlaması yöntemleri hakkında bilgilendirilmeli ve mevcut kullandıkları yöntemlerin kullanım süresi genişletilmelidir. Doğum ve kürtaj gibi sağlık teması gerektiren özel durumlardan sonra danışmanlık ve yöntem kullanımı için oluşan fırsat değerlendirilmelidir. Yüz yüze görüşülmesi gereken durumlarda yüz yüze hizmet sunulup geri kalan hizmetler uzaktan sağlık bilgi sistemi ile sunulmalıdır. COVID-19 ile enfekte olmuş bireylere aile planlaması danışmanlığının devamlılığı sağlanmalıdır. Tüm bireylere üreme sağlığı ve aile planlaması danışmanlık hizmetlerinin ulaştırılmasıyla, istenmeyen gebeliklerin önlenmesi dolayısıyla kadın sağlığının korunması ve geliştirilmesi mümkündür. Bu sebeple kadın ve çiftlerle en fazla etkileşim halinde olan hemşirelerin ve ebelerin pandemi sırasında ve sonrasında danışmanlık hizmetlerini sürdürmesi önemlidir.
Amaç: Bu çalışmada Türkiye’de pediatrik onkoloji hastalarının bakım verenlerine uygulanan psikososyal girişimlerin ruhsal semptomlara olan etkisini inceleyen araştırmaların incelenmesi hedeflenmiştir. Yöntem: Deneysel ve yarı deneysel araştırmalar PRISMA protokolü doğrultusunda dokuz veri tabanında; (Pubmed, Cochrane, MEDLINE, CINAHL, EMBASE, Google Akademik, Web of Science, Ulusal Tez Merkezi, ULAKBİM), Ocak 2010-2021 tarihleri arasında başlık ve özete göre tarandı. ‘Kanserli çocuk’ veya ‘pediatrik onkoloji, ‘psikososyal uygulamalar’, ‘hemşirelik’, ‘ruhsal semptomlar’, ‘bakım verenler’ veya ‘ebeveynler’ anahtar sözcükleri Türkçe ve İngilizce olarak kullanılarak veri tabanlarında arama yapıldı. Referans yönetimi için Endnote X9 kullanıldı. Araştırmaların kalite indeksi Joanna Briggs Enstitüsü’nün kontrol listeleri kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Derlemeye beş araştırma dahil edildi. Dahil edilen araştırmaların üçü doktora tezi, ikisi ise bireysel araştırmadır. Psikososyal girişim olarak teori temelli hemşirelik uygulaması, psikoeğitim programı, tedavi ve hastalığa uyuma yönelik eğitimlerin verildiği belirlendi. Psikososyal girişimlerin, bakım verenlerin hastalığa yönelik belirsizlik ve umutsuzluk algısı, kaygı düzeyi, bakım yükü, depresyon ve ruhsal sorunlarını azalttığı; yaşam doyumu ve stresle baş etme becerilerini arttırdığı belirlendi. Sonuç: Pediatrik onkoloji hastalarının bakım verenlerine uygulanan psikososyal girişimlerin bakım verenlerin ruhsal sorunlarını azaltma ve iyilik hallerini arttırmada olumlu etkiye sahip olduğu belirlendi. Bu müdahalelerin etkinliğini iyileştirmek ve potansiyel etkilerini yaygınlaştırmak amacıyla daha fazla çalışmaların yürütülmesi önerilmektedir.
Amaç: Plasenta Akreata Spektrumu (PAS) plasentanın patolojik invazyonu olup, maternal olumsuz sağlık sonuçlarına yol açabilir. Bu problemlerden birisi de histerektomidir. Bu olguda PAS tanılı gebeye, sezaryen cerrahisi ile birlikte histerektomi uygulanmıştır. Bu çalışmanın amacı Fonksiyonel Sağlık Örüntüleri (FSÖ) Modeli kapsamında, olgunun hemşirelik sürecinin sistematik olarak incelenmesidir. Yöntem: Olgunun yazılı onamı alınmıştır. Veriler olguya göre geliştirilmiş perinatal dönem veri toplama formu ve Perinatal Anksiyete Tarama Ölçeği ile toplanmıştır. Olgu: Olgu 27 yaşındadır ve 29 haftalık gebedir. Hastaneye vajinal kanama, şiddetli kasık ağrısı şikâyetleri ile başvurmuştur. Hemoglobin değeri 13mg/dL’den 9.1mg/dL’ye düşmüş olup, tedavi olarak “1 ünite eritrosit süspansiyonu” ve “1gr Herajit” uygulanmıştır. Tokolitik tedavi başlanmıştır. Bu tedaviye rağmen kontraksiyonlarının devam etmesi üzerine, “Megamük Sezaryen, Plasenta Previa, Vajinal Kanama, PAS Orta-Yüksek Risk” endikasyonları ile “Sezaryen” ve “Total Abdominal Histerektomi” cerrahileri uygulanmıştır. FSÖ Modeli kapsamında olguya yönelik “akut ağrı, anksiyete, kanama riski, aile sürecinde değişiklik, aktivite intoleransı, cinsel disfonksiyonu riski” gibi hemşirelik tanıları belirlenmiştir. Olgunun cerrahi sonrası bakım ve izleminde kanamasının olmadığı, ağrısının azaldığı, günlük yaşam aktivitelerini gerçekleştirdiği gözlemlenmiştir. Aynı zamanda olgunun bebeğini görmesiyle ve bilgi ihtiyacının sağlanmasıyla anksiyetesinin azaldığı belirlenmiştir. Sonuç: Olgu sunumunda sezaryen-histerektomi sonrası yaşanılan sağlık sorunlarına ve hemşirelik sürecine FSÖ modeli örüntüleri ile sistematik ve bütüncül olarak yer verilmiştir. Bu olgunun sağlık bakım hizmetlerinin güçlendirilmesinde, yüksek riskli gebelere hizmet veren hemşirelere rehberlik edeceği ve literatüre katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Bu araştırmanın amacı, COVID-19 salgını sürecinde ebelik öğrencilerinin depresyon, anksiyete ve stres düzeylerinin belirlenmesidir. Yöntem: Bu araştırma tanımlayıcı ve kesitsel tiptedir. Araştırma 10 Mayıs-10 Haziran 2020 tarihleri arasında Samsun’da bir üniversitenin ebelik bölümünde eğitim gören 336 öğrenci ile online olarak gerçekleştirilmiştir. Veriler; kişisel bilgi formu ve Depresyon, Anksiyete, Stres Ölçeği-21 kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel yöntemler kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin yaş ortalaması 20.62±2.24’dir ve tamamına yakını (%98.8) bekardır. Öğrencilerin %21.8’inde orta düzeyde orta düzeyde depresyon, %18.4’ünde hafif düzeyde anksiyete, %13.1’inde hafif düzeyde stres belirtileri saptanmıştır. Öğrencilerin depresyon, anksiyete ve stres alt boyut puanları ile yaş, sınıf, medeni durum, çalışma durumu, kronik hastalığa sahip olma değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yok iken (p>0.05), salgın öncesi ruhsal sorunlar için destek alma değişkeni, salgın sürecinde psikolojik desteğe ihtiyaç duyma değişkeni ve salgın sürecinde günlük ortalama COVID-19 hakkında haber izleme saat değişkeni arasında anlamlı düzeyde fark saptanmıştır (p<0.05). Sonuç: Öğrencilerin %48.6’sında depresyon, %30.7’sinde anksiyete ve %32.7’sinde stres belirtileri farklı düzeylerde saptanmıştır. Bu doğrultuda, öğrencilerin ulaşılabilir rehberlik hizmeti alabilmesi önerilmektedir. Özellikle, üniversite yönetimlerinin öğrencilere sunulan psikolojik destek ve danışmanlık sistemlerini COVID-19 pandemi süreci ve sonrasında artırması oldukça önemlidir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı COVID-19 pandemisi sürecinde kadın doğum kliniklerinde uygulama yapan intörn hemşirelik öğrencilerinin deneyimlerinin incelenmesidir. Yöntem: Çalışma, Türkiye’nin kuzeyinde bir üniversitenin Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik bölümünde gerçekleştirilmiştir. “Kadın Hastalıkları ve Doğum Hemşireliği İntörn Uygulama Dersi” ni alan ve yaz döneminde kadın doğum kliniklerinde uygulama yapan son sınıf intörn öğrencileri ile fenomenolojik desenli, tanımlayıcı tipte niteliksel bir araştırma olarak yürütülmüştür. Araştırma verileri, Google Meet uygulaması üzerinden online video konferans şeklinde 31/08/2021 tarihinde tek odak grup görüşmesi yapılarak toplanmış ve betimsel analiz yöntemiyle değerlendirilmiştir. Bulgular: Elde edilen verilerin analizinde Öğrencilerin “klinik uygulama yapacaklarını ilk öğrendiklerinde hissettikleri” ve “klinik uygulama sırasında hissettikleri” olmak üzere iki ana tema ortaya çıkmıştır. “Klinik uygulama yapacaklarını öğrendiklerinde hissettikleri” temasında; “fırsat”, “korku ve belirsizlik” alt temaları; “klinik uygulama sırasında hissettikleri” temasında ise “korku”, “güven ve farkındalık”, “bakım bilinci” ve “ekip dayanışması” alt temaları belirlenmiştir. Sonuç: Araştırma sonucunda pandemi sürecinde intörn öğrenci hemşirelerin kadın doğum dersi kapsamında klinik uygulama yapabilmeyi fırsat olarak düşündükleri, uygulamaların mesleki gelişimlerini desteklediği, ancak enfeksiyonu bulaştırma korkusu ve pandemi sürecine ilişkin belirsizlik yaşadıkları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda pandemi kaynaklı klinik uygulamalara ilişkin alternatif planlamaların ve telafilerin, öğrencilerin duygu, düşünceleri ve deneyimleri dikkate alınarak beceri gelişimini yeterli şekilde destekler nitelikte yapılması önerilmektedir.
Amaç: Araştırmanın amacı, hemşirelik öğrencilerinin acının dönüştürücü gücü kavramına ilişkin algılarını metafor analizi yöntemiyle incelemektir. Yöntem: Araştırmanın örneklemini 2020-2021 eğitim-öğretim yılı Ekim-Mart ayları arasında eğitim gören 103 hemşirelik öğrencisi oluşturmuştur. Araştırmada nitel ve nicel verilerin birlikte toplandığı karma yöntem desenlerinden yakınsak paralel karma desen kullanılmıştır. Araştırmanın nicel boyutunda öğrencilerin sosyodemografik ve ruhsal acı yaşama deneyimleri gibi değişkenler; nitel boyutunda metafor analizi yöntemi kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan öğrencilerin %76.7’sinin kadın, %43.7’sinin 4. Sınıf öğrencisi, %63.1’inin ruhsal acı yaşadığı görülmüştür. Çalışma sonucunda metaforların 8 kavramsal kategoride toplandığı ve öğrencilerin en sık hayvan, bitki ya da doğa unsurları kategorisine ilişkin metafor seçtikleri (%32) görülmüştür. İnsana ait bir duygu ya da duygusal davranış kategorisi ile çevresinde ruhsal acı yaşayan birey olma durumu arasında (p=0.005); Aile üyesi, arkadaş ya da danışılacak bir insan kategorisi ile de ruhsal acı veren olay türü (p=0.008) arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Diğer kategoriler ile sosyodemografik veriler arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır (p>0.05). Sonuç: Sonuç olarak hemşirelerin hastalık/durum hakkındaki algılarının bireye sunulan hemşirelik bakımını etkilediği düşünüldüğünde öğrencilerin ruhsal acı yaşayan bireye bakım vermeye ve bireyin değişip dönüşebilmesine ilişkin olumlu bir yargı geliştirdiği ve meslek hayatında bu yargıya yönelik hareket etme potansiyelinin olduğu söylenebilir.
Amaç: Bu araştırmada hemşirelik öğrencilerinde algılanan stres, stresle başetme ve merhamet yorgunluğunun ilişki ve etkileşim düzeylerinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı tipteki araştırmaya 206 hemşirelik öğrencisi örnekleme dahil edilmiştir. Veriler online olarak hazırlanan “Kişisel Bilgi Formu”, “Merhamet Yorgunluğu-Kısa Ölçek”, “Stresle Başa Çıkma Ölçeği” ve “Algılanan Stres Ölçeği” ile toplanmıştır. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistiklerin (frekans, yüzde, ortalama, standart sapma) yanı sıra Spearman Korelasyon testi ve yapısal eşitlik modellemesi uygulanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %88.3’ü kadın ve yaş ortalaması 22.14±5.69 yıldır. Merhamet yorgunluğunun stresle başa çıkma ile negatif yönde, algılanan stresle pozitif yönde ilişkisi olduğu saptanmıştır. Kurulan yapısal eşitlik modeli veriler tarafından desteklenmektedir. Hemşirelik öğrencilerinin merhamet yorgunluk düzeyleri algılanan stres ve stresle başetme düzeylerinden etkilenmektedir (p0.05). Sonuç: Sonuç olarak, bu bulgular doğrultusunda öğrencilerin merhamet yorgunluğu düzeyleri ve aracı etkiye sahip değişkenler üzerine araştırmaların yapılması önerilmektedir. Ayrıca stresle başetme becerilerinin artırılmasına yönelik eğitimlerin verilmesi hem stres hem de merhamet yorgunluk düzeyine olumlu etkilerinin olacağı düşünülmektedir.
Amaç: Doğum şeklinin belirlenmesinde, karar verme aşamasında ve doğum yaptırmada önemli yetkilere sahip olan ebe/hemşire ve hekimlerin doğum şekli ile ilgili görüşleri son derece önemlidir. Çalışmamız sağlık bilimleri fakültesinde okuyan hemşirelik öğrencilerinin doğum inançlarının doğum tercihine etkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipte yapılan araştırmanın örneklemini 252 hemşirelik öğrencisi oluşturmuştur. Araştırma verileri, Kasım-Aralık 2020 tarihleri arasında online ortamda oluşturulan anketin öğrencilere ulaştırılması ile toplanmıştır. Araştırma verileri için, tanıtıcı bilgi formu, doğum şekli tercihlerine ilişkin sorular ve doğum inançları ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin %88.9’u anne ve fetüsün sağlık durumunun kadınların doğum tercihini etkilediğini belirtmiştir. Ayrıca, öğrencilerin doğal süreç inancı puanı açısından cinsiyet, sınıfı, Doğum, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini alma durumu ve kadın doğum alanında intörn olma düşüncelerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu (p<0.001) saptanmıştır. Öğrencilerin tıbbi süreç inancı puanı açısından ise sınıfı ile kadın doğum dersini alma durumlarına göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu (p<0.001) saptanmıştır. Sonuç: Öğrencilerin doğum şekli tercihleri hakkındaki görüşlerinin cinsiyete, sınıflara, Doğum, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini almış olmalarına veya dersin stajını yapma durumlarına göre değişiklik gösterebildiği saptanmıştır. Hemşirelik öğrencilerinin doğum konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip olması açısından Doğum, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi müfredatına önem verilmelidir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı hemşirelik öğrencilerinin kadına yönelik şiddet hakkında tutumlarının incelenmesidir. Yöntem: Kesitsel olarak yürütülen bu araştırmanın evrenini 2018-2019 eğitim öğretim yılında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi hemşirelik bölümünde kayıtlı olan öğrenciler oluşturmuştur (N=845). Araştırmanın minimum örneklemi Epi İnfo programı evreni bilinen formül kullanılarak %95 güven aralığı ve %5 sapma ile 544 kişi olarak belirlenmiştir. Bu çalışma 601 öğrenci tamamlanmıştır. Veriler 01.01.2019–31.12.2019 tarihleri arasında yüz yüze görüşme tekniği ile toplanmıştır. Bu araştırmada sosyodemografik soru formu ve İSKEBE Kadına Yönelik Şiddet Tutum Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Bu çalışmada öğrencilerin yaş ortalaması 20.7±1.8 olup, %70.2’si 21 yaş ve altındadır. Araştırmada İSKEBE Kadına Yönelik Şiddet Tutum Ölçeği toplam puan ortalaması 133.4±15.1 (median: 138.0, min:69.0, maks:150), alt boyut puan ortalaması bedene yönelik tutumlar için 76.5±6.2 (median: 79.0, min:45.0, maks:80) ve kimliğe yönelik tutumlar için 53.1±9.3 (median: 55.0, min:16.0, maks:75) olarak bulunmuştur. Hemşirelik öğrencilerinin %8.8’i fiziksel şiddete maruz kaldığını ve %43.8’i kadına yönelik şiddete tanık olduğunu belirtmiştir. Öğrencilerin %31.3’ü kadına yönelik şiddete ilişkin eğitim aldıklarını, %90.2’si derslerinde kadına yönelik şiddete yer verilmesini istemektedir. Sonuç: Bu çalışmada 21 yaşın altında olan, il merkezinde doğan, parçalanmış aile yapısına sahip olan, geliri giderine eşit ve ailesi ile evde yaşayan öğrencilerin ölçek toplam puan ortalaması diğer gruplara göre istatistiksel anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
Objective: It was aimed to evaluate the news of national television that revealed the ways people socialize during the first year of the pandemic in Turkey. Methods: According to the ethnographic qualitative research design, the news showed between 11 March 2020 and 11 March 2021 in the news of six national channels in Turkey and containing the forms of socialization were analyzed by content analysis. Results: Life did not fit at home, the form of socialization changed and this new form of socialization evolved in the direction of digitalization. Those who have kept up with the digital age have realized their socialization experiences by spending time on social media. Neighbors began communicating by gathering on balconies, rather than being guests in one another's homes. Society have made an effort to cope with uncertainty and obscurity by returning to localness and living its traditions. Coping with challenges in the belief that they would be resolved together has enabled Turkish society to cope more successfully with the pandemic process. Conclusions: This study will be a precursor to support multidisciplinary studies in community mental health studies in times of crisis, will provide important data for community mental health promotion practices.
Objective: The study was carried out to determine delirium awareness and management among the nurses working in intensive care in terms of their personality traits. Method: It was a descriptive study. The study was carried out in a university hospital located in the western region of Turkey between February May 1 and May 31, 2019. The sample was composed of 84 nurses who were working in the adult intensive care unit. Data collection form, The Nurses’ Delirium Knowledge Questionnaire, and the Big Five Personality Trait Test were used to collect data. Data were evaluated with t-test, ANOVA, Mann-Whitney U, Kruskal-Wallis H, Bonferroni Corrected Pairwise Comparison Test, and Spearman Correlation coefficient using SPSS 24.0 package program. Results: The total mean personality score of the nurses was 158.38±14.32. The total delirium knowledge score of the participants was found to be 44.77±9.83. Knowledge score of the nurses regarding the definition of delirium was found to be negatively correlated with the personality trait of extraversion whereas their delirium sign/symptom scores were positively correlated with conscientiousness, agreeableness and total big five personality trait score. In addition, positive correlations were found between delirium management score and their conscientiousness, neuroticism, and big five personality trait scores and between their total delirium knowledge score and personality trait of conscientiousness (p<0.05). Conclusions: A relationship was found between personality traits of the nurses included in the study and their delirium awareness and management. In terms of quality of care may be important in terms of taking personal traits into account when establishing training programs on delirium awareness and management among the nurses working in the intensive care units.
Objective: To evaluate perceptions of distance education in nursing educators and affecting factors during COVID-19. Methods: This descriptive cross-sectional research was conducted with 374 educators from different schools of nursing in Turkey. The data were collected using a Personal Information Form and the Perception of Distance Education Questionnaire and were analyzed by descriptive analysis, independent samples t-test and ANOVA, linear regression analysis, and thematic analysis. Results: Four factors related to educators’ perceptions of distance education were found: a high level of satisfaction with distance education (DE), incorporating brainstorming and video-viewing techniques, and the realization that course learning outcomes could be achieved. Seven themes regarding advantages of DE emerged: provided better time management, flexibility, and ease of access, video recordings of lessons made learning easier, physical environment issues were solved, DE is a suitable method for theoretical courses, DE made assessment and evaluation easier, DE ensured the continuation of education, and DE improved the educators’ technology skills. In addition, six themes regarding disadvantages of DE emerged: inadequate technological infrastructure, DE caused health problems, deterioration of the learning and teaching process, challenges in applied education, difficulties in assessment and evaluation, and an increase in educator and student workloads. Conclusion: To increase positive perceptions of nursing educators towards DE, active teaching techniques should be encouraged to increase satisfaction with DE. The perceptions of nursing educators should be taken into consideration to better structure the course curricula and to eliminate the distance education infrastructure deficiencies of the institutions.
Objective: This study aimed to observe the use of personal protective equipment and hand hygiene practices of healthcare personnel working in pandemic clinics. Methods: It is a descriptive and observational study. The research was conducted in the clinics of a pandemic hospital between 01.10.2020 and 31.12.2020. Personal Protective Equipment Usage and Hand Hygiene Compliance Data Collection Form was used. Data were collected by researchers who were infection control nurses, and 171 healthcare workers were observed. Percentage calculation and chi-square test were used in the analysis of the data. Results: In the patient care area, it was determined that personal protective equipment, excluding glasses/face protectors, was fully worn. 6.4% of employees did not remove goggles/face protectors, and 5.3% did not remove surgical masks/N95 masks when leaving the patient area. Practices in the pandemic intensive care unit (wearing the equipment correctly: 88.5%, correct removal: 85.2%) were more in line with guidelines than clinics (correct wearing: 64.5%, correct removal: 65.1%) (p=.001, p=.005). Compliance with hand hygiene is 69% before contact with the patient; 52.6% before aseptic procedure; 61.4% after contact with body fluid; 77.7% after contact with the patient; 73.1% after contact with the environment. Hand hygiene compliance was found to be moderate in pandemic units. Conclusions: In our study, it was determined that personal protective equipment was available in the clinics, the use of goggles/face protection was inadequate, all personal protective equipment was not removed when leaving the patient area, and personal protective equipment was used more appropriately in intensive care units and hand hygiene practices were generally moderate level. In the pandemic process, institutions should conduct more frequent training and make more observations on the use of personal protective equipment and hand hygiene.
Objective: This study aimed to examine the attitudes of health sciences students towards mobile learning. Methods: This descriptive and cross-sectional study was carried out in the departments of Nursing, Physical Therapy and Rehabilitation, Pharmacy, and Medicine in the Faculty of Health Sciences of a university located in the western Black Sea region of Turkey between December 2020 and May 2021. The study data were collected with the "Student Information Form" consisting of 10 questions and the "Mobile Learning Attitude Scale." The online survey method was used to manage the research data, and the answering time of the survey was 7-8 minutes on average. Results: The study determined that the students had a moderate average score for their attitudes towards mobile learning. The highest average (3.11±0.45) score in its sub-dimensions was in usability in mobile learning. Conclusion: It has been determined that the health science students' attitudes towards mobile learning are moderate. It was observed that the m-learning attitudes of the students who found the effectiveness of online education at a "low" level in theoretical and clinical/practical courses were also at a "low" level.
Amaç: Bu çalışma, hemşirelik öğrencilerinin ventrogluteal bölgeye intramüsküler enjeksiyon uygulamasına ilişkin teorik bilgilerinin geliştirilmesinde simülasyon yönteminin etkisini değerlendirmek amacı ile gerçekleştirildi. Yöntem: Bir devlet üniversitesinin hemşirelik bölümünde ön test-son test tek gruplu yarı deneysel olarak yapılan araştırma gönüllü 30 öğrenci ile tamamlandı. Kurum izni ve etik kurul onayı alınan araştırmanın verileri anket formu kullanılarak 29 Mayıs-12 Haziran 2017 tarihleri arasında toplandı. Veriler sayı, yüzde, standart sapma, Mann-Whitney U Testi, Kruskal Wallis Testi, Spearman Korelasyon Testi ve Wilcoxon Testi kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Öğrenciler simülasyon öncesi en fazla doğru yanıtı “Dokuya girdikten sonra ilacı vermeden önce piston geriye çekilerek kan kontrolü yapılır” (%96.7) önermesine verirken, simülasyon sonrasında ise “Enjeksiyon yeri antiseptik bir tamponla enjeksiyon yerinden dışa doğru 5 cm çapında dairevi şekilde silinir” (%100), “Antiseptik solüsyon kuruduktan sonra enjeksiyon uygulanır” (%100), “İlaç birkaç saniyede hızlı bir şekilde enjekte edilir” (%100), “Enjeksiyon yaptıktan sonra enjeksiyon bölgesine masaj yapılır” (%100) önermelerine verdi. Öğrencilerin simülasyon öncesi bilgi puan ortalamaları (14.80±2.55) ile simülasyon sonrası bilgi puan ortalamaları (17.13±1.88) arasında ileri düzeyde anlamlı ilişki bulundu. Sonuç: Bu çalışmada, hemşirelik öğrencilerinin ventrogluteal bölgeye intramüsküler enjeksiyon uygulama bilgilerinin geliştirilmesinde simülasyonun etkili bir öğretim yöntemi olduğu saptandı.
Amaç: Bu araştırmada hemşirelerin basınç yaralanmalarını önlemeye yönelik bilgi düzeyi ve tutumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu araştırma 01.04.2020-01.09.2020 tarih aralığında bir hastanede çalışan toplam 140 hemşire ile yürütülmüştür. Veriler, "Hemşire Bilgi Formu", ''Basınç Ülseri Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği Türkçe versiyonu'' (BÜÖBDÖ) ve "Basınç Ülserlerini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ)" ile toplanmıştır. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 26.71±5.55 olup mesleki çalışma süresi ise 6.48±5.09 olarak saptanmıştır. Hemşirelerin, BÜÖBDÖ toplam puanı 26 üzerinden 10.82 puan aldıkları ve sadece %8.5'inin (n=12) doğru cevap yüzdesi ve kabul edilebilir bilgi puanına (≥%60; ≥16) sahip olduğu bulunmuştur. Hemşirelerin BÜÖYTÖ toplam tutum puanı 52 üzerinden 37.10 olarak saptanırken, tutum yüzdesinin %41.6 olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin %42.8'inin (n=60) ortalama tutum puanının ≥%75 (tatmin edici tutum düzeyi) olduğu bulunmuştur. Hemşirelerin yaşları ile tutum puanları arasında pozitif yönde (rs= 0.198; p= 0.019), klinikte çalışma süreleri ile tutum puanları arasında ise negatif yönde zayıf düzeyde bir ilişki olduğu bulunuştur (rs= -0.199; p= 0.018). Sonuç: Hemşirelerin basınç yaralanmalarını önlemeye yönelik bilgileri kabul edilebilir puan düzeyinde ve tutumlarının ise tatmin edici düzeyde olmadığı belirlenmiştir. Basınç yaralanmalarını önlemeye yönelik uygulamaları iyileştirmek için hemşirelerin bilgilerini arttırmaya ve olumlu tutumlar geliştirmelerine yönelik eğitimsel stratejiler ve müdahaleler geliştirilmelidir.
Amaç: Bu araştırmanın amacı hemşirelerin bilimsel araştırmalara ve kanıta dayalı hemşireliğe yönelik tutumlarının ve etkileyen faktörlerin belirlenmesidir. Yöntem: Tanımlayıcı nitelikte olan bu araştırma ülkenin doğusunda bulunan bir ildeki üniversite hastanesinde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini ilgili hastanede görev yapan 755 hemşire, örneklemini ise ilgili evrenden araştırmaya katılmayı kabul eden 335 hemşire (evrenin %44.37’si) oluşturmuştur. Araştırma verileri “Tanıtıcı Özellikler Formu”, “Bilimsel Araştırmaya Yönelik Tutum Ölçeği” ve “Kanıta Dayalı Hemşireliğe Yönelik Tutum Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin %64.2’sinin 19-25 yaş arasında olduğu ve %37.6’sının sağlık meslek lisesi mezunu olduğu saptanmıştır. “Bilimsel Araştırmaya Yönelik Tutum Ölçeği”nin, “Araştırmalara Yardımcı Olmaya İsteksizlik”, “Araştırmalara Yönelik Olumsuz Tutum”, “Araştırmalara Yönelik Olumlu Tutum” ve “Araştırmacılara Yönelik Olumlu Tutum” alt boyut puan ortalamaları sırasıyla 20.62±6.73, 20.29±6.70, 23.83±6.18 ve 21.89±5.88’dir. Hemşirelerin “Kanıta Dayalı Hemşireliğe Yönelik Tutum Ölçeği” toplam puan ortalamasının 55.46±9.80 olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin eğitim düzeyi, dergi okuma, bilimsel toplantıya katılma ve hemşirelikte araştırma yapma özelliklerine göre “Bilimsel Araştırmaya Yönelik Tutum Ölçeği” ve “Kanıta Dayalı Hemşireliğe Yönelik Tutum Ölçeği” puan ortalamaları arasındaki farkın anlamlı olduğu saptanmıştır (p<0.05). Sonuç: Hemşirelerin bilimsel araştırmalara ve kanıta dayalı hemşireliğe yönelik tutumlarının olumlu yönde olduğu görülmüştür. Lise mezunu olan, çalışma yılı fazla olan, klinik hemşiresi olarak çalışan, dergi okumayan, bilimsel toplantılara katılmayan ve hemşirelikte araştırma yapmayan hemşirelerin araştırmalara yönelik olumsuz tutumlarının yüksek olduğu belirlenmiştir. Hemşirelikte araştırma yapan, dergi okuyan, bilimsel toplantılara katılan hemşirelerin kanıta dayalı hemşireliğe yönelik tutumlarının daha olumlu olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin bilimsel araştırma yapması ve kanıta dayalı uygulamaları sahaya yansıtabilmesi için akademisyen hemşireler ile klinisyen hemşirelerin iş birliğinin sağlanması önerilebilir.
Amaç: Onkoloji kliniği hemşirelerinin deneyimlerini incelemektir. Yöntem: Araştırma nitel özellikte fenomenolojik bir çalışmadır. Araştırmanın örneklemini bir Devlet Hastanesi Onkoloji Kliniği’nde görev alan 11 hemşire oluşturdu. Veriler, soru formu ve yarı yapılandırılmış görüşme formu ile toplandı. Tanımlayıcı sorularda sayı ve yüzdelik kullanıldı. Yarı yapılandırılmış görüşmeler içerik analizi ile analiz edildi. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşireler 26-47 yaş aralığında, tamamı kadın, evli ve %90.9’u çocuk sahibi, %54.5’i hemşirelik mesleğini isteyerek seçmişti. Mesleki çalışma yılı 3-29 yıl aralığında, hemşirelerin %36.4’ü kronik hastalığa sahipti, %54.5’i gece vardiyasında çalışmaktaydı. Hemşirelerin tamamı mesaide kafein tüketimini artırdığını, %90.9’u yeterli uyuyamadığını ifade etti. Sigara kullanan iki kişi vardı ve yalnızca bir kişi haftada 3 gün olmak üzere egzersiz yapmakta, tamamı stresle baş etmek için çeşitli yöntemler kullanmaktaydı. Yapılan görüşmeler sonucunda elde edilen veriler içerik analiziyle analiz edilerek yedi tema elde edildi. Belirlenen temalar; “Onkoloji biriminde çalışmaya ilişkin endişe”, “Hastalara yönelik karmaşık duygular”, “Hastaların prognozunu merak”, “Hastalara yönelik üzüntü”, “Hastaların hemşirelere katkısı”, “Ekip çalışmasının önemi” ve “Hastalara yönelik öneriler”di. Sonuç: Onkoloji kliniğinde çalışan hemşireler, bölümün getirdiği zorluk ve hassasiyet gerektiren çalışma sürecinde çeşitli duygu ve deneyimler yaşıyorlardı. Çalışma sonucunda elde edilen bulguların onkoloji kliniği hastaları ve hemşireleri için hastalığın yönetiminde yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Amaç: Bu çalışmada annelerin Yenidoğan Metabolik ve Endokrin Hastalık Tarama Programı’na (NTP) ilişkin bilgi ve tutumlarını değerlendirmek ve etki eden faktörleri incelemek amaçlanmıştır. Yöntem: Bir hastanesinin Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde tanımlayıcı ve ilişki arayıcı türde yürütülen bu çalışmanın örneklemini postpartum dönemdeki 88 anne oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında Tanıtıcı Bilgi Formu ve Yenidoğan Taramaları Hakkında Anne Bilgi ve Tutumları Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin analizinde, tanımlayıcı istatistikler, lineer regresyon analizi ve pearson korelasyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Annelerin yaş ortalaması 29.10±4.99 olup %64.8’inin multipar olduğu tespit edilmiştir. Annelerin %81.8’inin tarama testleri hakkında bilgisi olduğu, %23’ünün ise sağlık çalışanları dışında farklı bir kaynaktan bilgi aldıkları tespit edilmiştir. Uygulanan ölçeğin toplam puan ortalaması 19.94±4.06 iken, sadece anne yaşının ölçek puanını etkilediği belirlenmiştir. Aynı zamanda annelerin tutumuyla ölçek toplam puan ortalaması arasında güçlü düzeyde ilişki (r=0.854, p=0.000) olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmada annelerin yenidoğan tarama programları hakkında bilgi ve tutumlarının iyi olduğu ancak istenilen düzeyde olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Amaç: Çalışmamızın amacı, hemşirelik alanında yayınlanmış periton diyalizi ile ilgili araştırmaların popüler noktalarının ve eğilimlerinin belirlenmesidir. Yöntem: Veriler Ağustos 2022’de Web of Science Core Collection veri tabanından toplanmıştır. Analizler CiteSpace 6.1.R3 programı ile gerçekleştirilmiştir. Analizlerde dahil edilen araştırmaların yazarları, atıf yapılan yazarlar, ülkeler, kurumlar, atıf yapılan dergiler ve kaynaklar ve anahtar kelimelerin özetlenmesi ve görselleştirilmesi yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamıza 433 orjinal araştırma dahil edilmiştir. Hemşirelikte periton diyalizi araştırmaları 460 yazar ve 44 ülkeden 398 kurum tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma alanının en üretken yazarı Ann Bonner’dur (n=8). En üretken ülke ve kurum Amerika (n=144), Cardiff University (n=6) ve Queensland University of Technology’dir (n=6). Hemşirelikte periton diyalizi araştırmalarını en fazla kabul eden dergi Journal of Renal Care’dir (n=65). Periton diyalizi araştırmalarında en fazla kullanılan ilk beş anahtar kelime periton diyaliz, yaşam kalitesi, hemodiyaliz, kronik böbrek hastalığı ve Parkinson hastalığıdır. Anahtar kelimelerin konu küme analizinde ise en büyük ilk üç küme Parkinson hastalığı, kardiyak hastalık ve başetme stratejileri olarak bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamızın sonucunda, bu alanın popüler noktalarının ve araştırma eğilimlerinin periton diyaliz, yaşam kalitesi ve hemodiyaliz anahtar kelimeleri ve Parkinson hastalığı, kardiyak hastalık ve başetme stratejileri konuları olduğu bulunmuştur. Çalışma bulgularımızın, araştırmacıların, kurumların ve sağlık profesyonellerinin iş birliği yapabilmesinde yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, bu alanda daha az çalışılan terapi, girişim, semptom, prevalans, sağlık ve etki gibi anahtar kelimelerin ve uygulama geliştirme, Peyronie Hastalığı, hassas ölçüm ve yan etkilerin yönetimi gibi konuların gelecekteki çalışmalar tarafından incelenmesinin literatürün derinleşmesine ve periton diyalizi alanında hemşirelik bakımının ilerlemesine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Amaç: Bu araştırma doğum yapan ve yapmayan kadınlarda premenstrual sendrom ve mental iyi oluş arasındaki ilişkinin incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı, kesitsel ve karşılaştırmalı tipteki araştırma Ocak 2020-Haziran 2020 tarihleri arasında Türkiye’deki bir üniversitede öğrenim gören kadın hemşirelik bölümü öğrencileri ve aynı üniversitede görev yapan akademik ve idari personelde yürütülmüştür. Araştırma verileri katılımcı tanıtım formu, Premenstrual Sendrom Ölçeği ve Warwick-Edinburgh Mental İyi Oluş Ölçeği kullanılarak elde edilmiştir. Araştırma 123 doğum yapan ve 127 doğum yapmayan 250 kadınla gerçekleştirilmiştir. Bulgular: Araştırmaya dahil edilen kadınlardan doğum yapan ve yapmayanların prementrual sendrom yaşama durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0.05). Doğum yapan ve yapmayan kadınların Warwick-Edinburgh Mental İyi Oluş ve Premenstrual Sendrom Ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0.05). Doğum yapan ve yapmayan kadınların Premenstrual Sendrom Ölçeği puanları arttıkça Mental İyi Oluş puanlarının azaldığı bulunmuştur(p<0.05). Sonuç: Araştırmaya dahil edilen kadınlardan doğum yapanlarda premenstrual sendrom görülme oranın daha düşük olduğu, premenstrual sendrom şiddeti ve premenstrual sendroma bağlı diğer problemleri doğum yapmayan kadınlara göre daha az yaşadıkları bulunmuştur.
Amaç: Araştırmanın amacı, Oyuncak Tutum Ölçeği’nin Türkçe geçerlik ve güvenirliğini yapmak, ayrıca annelerin oyuncak seçme davranışlarını belirlemektir. Yöntem: Araştırma iki aşamada gerçekleştirilmiştir; birinci aşaması metadolojik, ikinci aşaması tanımlayıcı araştırmadır. Araştırmanın birinci aşaması olasılıksız örnekleme yöntemi ile seçilen 414 anne, ikinci aşaması 200 anne ile tamamlanmıştır. Veriler Mart, 2021- Eylül, 2021 tarihleri arasında toplanmıştır. Araştırma verileri Ebeveyn Bilgi Formu ve Oyuncak Tutum Ölçeği ile toplanmıştır. Dil geçerliği sağlanan ölçeğin, kapsam geçerliği Davis tekniği doğrultusunda Kapsam Geçerlilik İndeks puanı hesaplanarak değerlendirilmiştir. Ölçeğin iç tutarlılığı kapsamında güvenirliği Cronbach Alfa katsayısı hesaplanarak sağlanmıştır. Yapı geçerliği açıklayıcı faktör analizi yapılarak açıklanmıştır. İkinci aşamasında annelerin demografik özelliklerine ilişkin verilerin tanımlayıcı istatistikleri yapılmıştır. Verilerin normal dağılıma uymadığı değerlendirilmiş olup verilerin karşılaştırılmasında Mann Whitney U testi ve Kruskall Wallis testi kullanılmıştır. Bulgular: Bu çalışmada Cronbach Alfa katsayısı 0.73 olarak belirlenmiştir. Ölçeğin Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) değeri 0.809, Bartlett Test İstatistik Değeri istatistiksel olarak anlamlıdır (p0.05). Annelerin %98’inin oyuncak alırken çocuğun istemesini, %96.5’inin oyuncak alırken yaşa uygunluğunu, %93.5’inin oyuncağın çocuğun gelişimini desteklemesini dikkate aldığı belirlenmiştir. Oyuncakta CE işaretinin olmasına dikkat eden annelerin oranı %66.5, oyuncağın markasına dikkat edenlerin oranının %52.5 olduğu saptanmıştır. Sonuç: Oyuncak tutum ölçeğinin geçerli ve güvenilir bir ölçek olduğu ve Türk toplumunda kullanılabileceği belirlenmiştir. Annelerin oyuncak seçimi tutumlarının olumlu olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveynlerin bu konudaki tutum ve davranışlarının bilinmesi çocuğun gelişimi açısından önemlidir.
Objective: The aim of this study was to determine the level of traumatic birth perception in women of reproductive age and the influencing factors. Methods: This descriptive and cross-sectional study was carried out between October 1st, 2020 and November 31st, 2020 on 1090 women, who were selected using the snowball sampling method among the women not pregnant, that live in Turkey and who agreed to participate in the study through an online survey shared on the social network and social media. The research data were obtained using the demographic questionnaire prepared in accordance with the relevant literature and the Traumatic Birth Perception Scale (TBPS). Results: The mean score of TBPS of women was 63.78±30.04. It has been determined that variables and factors such as level of income, marital status, employment status, place of residence, status of having given birth, status of being afraid of giving birth, own mother's experience of giving birth, status of having had heard about a birth experience that went bad, and status of having had witnessed a vaginal delivery and/or cesarean delivery all affect the perception of traumatic birth (p<0.05). Conclusion: It was found as a result of the study that women had a moderate traumatic birth perception. The primary goal of healthcare professionals should be to prevent the occurrence of traumatic births, and in the event that traumatic birth cannot be prevented, to provide support to the women who went through traumatic birth experiences so that they can overcome this process without any problems.
Amaç: Bu araştırma, pediatrik kardiyovasküler cerrahi yoğun bakım ünitesinde tedavi gören hastaların santral venöz kateter (SVK) uygulamalarındaki enfeksiyon gelişimi durumları ve nedenlerinin değerlendirilmesi amacıyla gerçekleştirildi. Yöntem: Retrospektif-kesitsel olarak gerçekleştirilen araştırmanın evrenini, özel bir hastanede pediatrik kardiyovasküler yoğun bakım ünitesinde tedavi ve izlem amacıyla takip edilen 317 hasta verisi oluşturdu. Örneklemini ise, evren içindeki hastalardan SVK uygulanan hastaların verileri oluşturdu (n=70). Araştırmanın verileri, kurum arşivinden temin edilen hasta dosyaları taranarak elde edildi. Araştırmada elde edilen veriler, bilgisayarda istatistiksel olarak analiz edildi. İstatistik anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edildi. Bulgular: Araştırma kapsamındaki hastaların 2.21±1.14 aylık olduğu belirlendi. Hastaların çoğunluğunun (%57.1) siyanotik kalp hastalığı nedeni ile ameliyat olduğu, ortalama 1.37±0.48 gündür yoğun bakımda tedavi gördüğü ve SVK kalış süresinin ortalama 1.54±0.50 gün olduğu belirlendi. Hastaların %37.1’inin SVK giriş bölgesinde ve %44.3’ünde genel (sistemik) enfeksiyon belirti-bulgusunun olduğu belirlendi. Yoğun bakımda yatış süresi 1-5 gün olan hastalarda kateter giriş yerinde enfeksiyon görülme sıklığının yüksek olduğu belirlendi. Ayrıca kateter kalış süresi 6-10 gün olan hastaların enfeksiyon olasılığının da 7.15 kat fazla olduğu belirlendi (p<0.05). Sonuç: Pediatrik kardiyovasküler yoğun bakımda yatış süresi (1-5 gün) ve kateter kalış süresinin (6 gün ve üzeri), kateter giriş yerinde enfeksiyon görülme sıklığını ve olasılığını arttırdığı sonucuna varıldı.
Amaç: Bu çalışmada, kadınlarda meme kanseri endişesi ile ilişkili risk faktörlerinin binary lojistik regresyon ve yapay sinir ağı (YSA) modelleri kullanılarak belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma, bir aile sağlığı merkezinde, 18 yaş ve üzerinde olan 365 kadın ile 30 Nisan-15 Haziran 2021 tarihleri arasında yapılmıştır. Meme kanseri endişesi ile ilişkili faktörleri belirlemek için kullanılan çok katmanlı algılayıcı yapay sinir ağı modelinin performansını belirlemede, doğruluk oranı ve ROC eğrisinin altındaki alan kullanılmıştır. Araştırma verileri, Kişisel Bilgi Formu ve Meme Kanseri Endişe Skalası (MKES) kullanılarak toplanmıştır. Bulgular: Tek değişkenli örneklem testlerinde MKES puanlarının yaş, gelir durumu, menopoz ve sigara içme değişkenlerine göre istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği bulunmuştur (p<0.05). Oluşturulan çok katmanlı algısal sinir ağı modelinin meme kanseri endişesi için doğru sınıflandırma oranları eğitim veri setinde % 90.9 ve test veri setinde % 89 olarak hesaplanmıştır. Değişkenlerin önem değerleri dikkate alındığında; meme kanseri endişesi üzerinde en yüksek düzeyde etkili faktörün eğitim durumu (%98.9) olduğu bulunmuştur. Binary lojistik regresyon analizinde ise gelir durumunun meme kanseri endişesi üzerinde 2.384 kat etkili olduğu bulunmuştur (OR= 2.384, %95 CI 1.010- 5.628). Sonuç: Binary Lojistik Regresyon modelinde gelir durumu tek değişkenli örneklem testlerinde olduğu gibi MKES üzerinde etkili bulunmuştur. YSA analizinde en yüksek risk faktörü olan eğitim durumu, parite ve meslek değişkenleri tek değişkenli istatistiksel testlerde anlamlı bulunmamıştır. YSA analizlerinin parametrik testlerde var olan veri kayıplarını önlediği saptanmıştır. Sağlık profesyonellerinin kadınların meme kanseri endişesini değerlendirirken saptanan risk faktörlerini göz önünde bulundurmaları önerilmektedir.
Derlemenin amacı COVID-19 pandemi süresince bireylerin psikolojik olarak kendini desteklemesinde terapötik bir yöntem olarak kullanılabilecek bibliyoterapi ve etkinliği hakkında bilgi sunmaktır. Bibliyoterapi insanların duygusal ve fiziksel sorunları, yaşamlarındaki değişikler ile başa çıkmalarına ve iç görü kazanmalarına yardımcı olur. Aynı zamanda kendini geliştirme, anlama veya iyileştirme potansiyelini ifade eden çok yönlü ve uygun maliyetli kendi kendine bir yardım şeklidir. Bibliyoterapinin, depresyon, anksiyete bozuklukları, panik atak, yaşlılık depresyonu, uyku sorunları, tıbbi rahatsızlığı olan hastalardaki psikososyal sorunlar psikolojik sağlamlık, aile yükünde ve bakım verme deneyiminde iyileşme gibi geniş bir yelpazede kullanımının etkin olduğu çalışmalarda bildirilmektedir. Sonuç olarak, Bibliyoterapi, COVID-19 salgınının olağanüstü durumuyla ve ruh sağlığının korunması açısından zorluklarla başa çıkmanın bir yolu olarak terapötik bir araç olarak kullanılabilir. Pandemi sürecinde bireylerin psikolojik danışmanlık hizmetlerine erişimlerinin zor olabileceği göz önüne alındığında bibliyoterapi daha kolay erişim, daha düşük maliyet ve daha fazla esneklik sağlamaktadır.
Engellilik doğuştan veya sonradan olabilen, bireyin fiziksel ya da duyusal kayıp ve/veya yetersizliği nedeniyle gündelik ve toplumsal yaşamında zorlanmasına neden olan bir durumdur. Engelli bireylere yönelik her türlü ayrımcılığın önlenmesi hem dünyada hem de ülkemizde birçok kanun ile korunmaya çalışılmaktadır. Engelli bireylerin hakları kanunlar yolu ile korunmaya çalışılsa da bu bireyler toplum tarafından çeşitli şekillerde ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar. Kadınlardan beklenen en önemli toplumsal rollerden biri anneliktir. Tüm kadınlar çocuk sahibi olma açısından aynı haklara sahiptir. Her kadının olduğu gibi engelli kadınların da çocuk sahibi olma ve annelik duygusunu yaşama arzusu vardır. Ayrıca engelli kadınların gebelik, doğum, doğum sonu dönem ve annelik sürecine ilişkin engeli olmayan kadınlara göre daha ayrıntılı sağlık hizmeti almaları gerekmektedir. Konu ile ilgili yapılan tarama sonucunda engelli kadınların annelik süreçlerinin incelendiği çalışmaların geliştirilmesi gerektiği düşünülmüştür. Bu derleme engelli kadınların ve annelerin yaşadıkları sorunlara, annelik sürecine ve karşılaşabilecekleri risklere, sağlık personeli ile etkileşimlerine ve sağlık hizmeti kullanımlarındaki engellere yönelik farkındalık yaratmak amacı ile yazılmıştır.
Juvenil idiyopatik artrit en sık görülen kronik pediatrik hastalıklardandır. Tedavi, immünosüpresan, steroidal olmayan anti-enflamatuvar ilaç ve biyolojik tedavileri içermektedir. Çocukları ve aileleri olumsuz etkileyen, psikososyal, fiziksel ve spiritüel sorunlara yol açan bu hastalığın hemşirelik bakımında semptomların yönetimi ve holistik yaklaşımın önemli bir yeri vardır. Çalışmanın amacı, juvenil idiyopatik artrit tanısı alan çocuklarda uygulanması gereken hemşirelik bakımının Kuzey Amerika Hemşirelik Tanıları Birliği tanıları ile ele alınmasıdır. Bu makalede juvenil idiyopatik artrit tanısı olan çocuklara yönelik, belirlenmiş sekiz hemşirelik tanısı için beklenen hasta sonuçları, planlanan girişimler belirlenmiş ve sonuç olarak juvenil idiyopatik artrite yönelik bütüncül bir hemşirelik bakımı sunulmasını sağlamak hedeflenmiştir.
Amaç: Yardımcı üreme teknikleri (YÜT) infertil bireylerin çocuk sahibi olmalarına yardımcı olan ileri düzey teknik uygulamalardır. Cinsel yolla bulaşıcı enfeksiyonlar (CYBE), İnsan İmmün Yetmezlik Virüsü pozitif (HIV+) olanlar, onkolojik hastalık ve engellilik gibi özel durumu olan infertil bireyler ebeveyn olmak isteyebilmektedir. Buna bağlı olarak bu makalede CYBE olanlar, HIV olanlar, onkolojik tedavi hastaları ve engelli bireyler infertilitede özel gruplar olarak ele alınmıştır. Yöntem: Derleme türündeki bu makalede anahtar kelime olarak “CYBE”, “HIV+”, “engellilik”, “kanser”, “infertilite ve “yardımcı üreme teknikleri” kullanılarak Google Scholar, Pubmed, Science Direct ve Ulakbim veri tabanları taranmıştır. Ocak 2013-Şubat 2022 tarihleri arasında ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlanmış çalışmalar değerlendirilmiştir. Bulgular: Literatür incelemesi sonucunda, CYBE’nin eşe veya fetüse geçişini önlemek, kanser hastalarının doğurganlığını korumak ve engeli olan bireylerin gebeliğini engel olacak sorunları önlemek amacı ile YÜT’ten yararlandığı belirlenmiştir. Ayrıca bu bireylerin ebeveyn olma isteklerine aile, çevre ve sağlık personelleri tarafından ön yargılı yaklaşıldığı veya göz ardı edildiği saptanmıştır. Sonuç: Araştırmalar sonucunda bireylerin bulunduğu özel duruma ve sağlık durumuna göre uygun kullanılabilecek YTÜ bulunmaktadır. Buna bağlı olarak sağlık profesyonelleri özel durumları göz önünde bulundurarak YÜT hakkında kapsamlı danışmanlık yapmalı, soru sormaya cesaretlendirmeli ve ruhsal destek sağlamalıdır.
Dünyada doğumda uygulanan müdahalelerde zamanla iki uç durum meydana gelmiştir: “Çok Az-Çok Geç” ve “Çok Fazla-Çok Erken” uygulamalar. Geçmişte doğumda acil müdahalelere ulaşımın yetersiz ve geç olduğu “çok az-çok geç” uygulamaların üzerinde durulup komplikasyonlar önlenmeye çalışılmaktaydı. Günümüzde bu müdahalelerin kanıta dayalı olmayan bir şekilde gereksiz ve aşırı kullanımının olduğu çok fazla ve çok erken uygulamalar dikkat çekmektedir. İki uç uygulamanın kullanımı da maternal ve fetal sağlığı tehlikeye atmakta ve sağlıkta eşitsizliği arttırmaktadır. Bu amaçla derlemede, bu uygulamalara örnek veriler içeren uygulamaları: sezaryen, doğumun indüklenmesi, epizyotomi, oksitosinle doğumu hızlandırma, doğumhaneye erken/geç kabul, elektronik fetal monitorizasyon, amniyotomi, emzirmeye erken başlanması, ten tene temas ve doğumda doğum destekçisi bulunması uygulamalarını dünyadan ve Türkiye’den verilerle tartışılmıştır. Doğumda herkes için kanıta dayalı bakımın uygulanmasını destekleyen standardize edilmiş yaklaşımlara acilen ihtiyaç duyulmaktadır.
Amaç: Bu sistematik incelemede, kemoterapiye bağlı gelişen bulantı-kusma semptomu yönetimine ilişkin Türkiye’de hemşirelik alanında yapılmış deneysel lisansüstü tez çalışmalarının gözden geçirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmada, Yüksek Öğretim Kurumu Ulusal Tez Merkezi veri tabanında 01.01.2010-31.12.2020 tarih aralığında “kemoterapi ve semptom”, “kemoterapi ve bulantı-kusma” anahtar kelimeleri kullanılarak tarama yapılmıştır. Araştırmaya hemşirelik alanında yapılan ve tamamına erişilebilen, örneklemi 18 yaş ve üzeri olan, yayın dili Türkçe olan, deneysel tipte yapılan ve içeriğinde bulantı-kusma semptomu yer alan toplam 23 tez çalışması dahil edilmiştir. Bulgular: İncelenen tez çalışmaları sonuçlarına göre, hemşireler tarafından bulantı-kusma yönetimine ilişkin hastalara akupresür, solunum egzersizi, progresif gevşeme egzersizi, zencefil, ayak refleksolojisi, aromaterapi, müzik terapi gibi nonfarmakolojik yöntemler uygulandığı ve eğitim verildiği saptanmıştır. Uygulanan solunum egzersizi, zencefil, progresif gevşeme egzersizi, müzik terapi, akupresür, ayak refleksolojisi ve aromaterapi uygulamalarının ve verilen hasta eğitimlerinin bulantı-kusma sayısını ve bulantı şiddetini azalttığı belirlenmiştir. Sonuç: İntegratif yaklaşımlar arasında yer alan refleksoloji, progresif gevşeme egzersizi, solunum egzersizleri vb. uygulamaların ve hasta eğitimlerinin kemoterapiye bağlı bulantı-kusma yönetiminde kullanılabilecek etkili yöntemler olduğu belirlenmiştir.
Amaç: Bu çalışma, Türkiye’de yetişkinlerde intramüsküler enjeksiyon sırasında ağrıyı azaltmaya yönelik kullanılan nonfarmakolojik yöntemler ve enjeksiyon bölgeleri ile ilgili yapılan tezlerin incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Çalışmanın evrenini Ağustos-Ekim 2021 tarihlerinde, intramüsküler enjeksiyonlarla ilgili anahtar kelimeler kullanılarak, “Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi” veri tabanında yıl sınırlaması olmaksızın hemşirelik alanında yapılan 35 kayıtlı tez oluşturmuştur. Yapılan tarama sonucunda, bu tezlerden araştırma kriterlerini karşılayan 16 lisansüstü tez çalışma kapsamına alınmıştır. Bulgular: Tezlerin çoğunluğunun yüksek lisans tezi olduğu (n=13), tezlerin deneysel (n=9) ve yarı deneysel (n=7) tasarımda yapıldığı ve tezlerin tümünün örneklem grubunu hastaların oluşturduğu belirlenmiştir. İntramüsküler enjeksiyonlarda kullanılan birçok nonfarmakolojik yöntemin (n=11) olduğu ve bu yöntemlerin çoğunun (n=9) intramüsküler enjeksiyona bağlı ağrıyı azalttığı ve hasta memnuniyetini arttırdığı belirlenmiştir. Ayrıca intramüsküler enjeksiyonlarda ventrogluteal bölgenin tercih edilmesinin de (n=2) enjeksiyona bağlı ağrıyı azalttığı ve buna ek olarak hasta memnuniyetini arttırdığı saptanmıştır. Sonuç: Ventrogluteal bölgede, dorsogluteal bölgeye göre daha az ağrı hissedilmesi ve hasta memnuniyetinin yüksek olması nedeniyle ventrogluteal bölgenin tercih edilmesi önerilmektedir. Ek olarak intramüsküler enjeksiyonlarda ağrıyı azaltmada etkili oldukları için ekstremitelerin internal rotasyonu, lokal soğuk uygulama, shotblocker, soğuk sprey, buzzy, z yolu tekniği gibi yöntemlerin kullanılması önerilmektedir.
Witteveen Kolk Sendromu nadir görülen nörogelişimsel bir bozukluktur. Tıp literatüründe bugüne kadar 17, Türkiye’de ise iki vaka bildirilmiştir. Hafif ila orta derecede zihinsel engellilik ve gecikmiş konuşma durumu bu hastalığın tipik bulgularıdır. Bu çalışmada önceki vakalardan farklı olarak kolostomisi olan Witteveen Kolk sendromlu olgu sunulmuştur. Ateş, diyare ve genel durum bozukluğu şikayetleri ile kliniğe yatırılan hastanın, yatışı sırasında bağırsakları protrude olmuş ve kolostomi operasyonu geçirmiştir. Kuzey Amerika Hemşirelik Tanıları Birliği (NANDA) taksonomisi kullanılarak hemşirelik tanıları belirlenmiştir. Witteveen Kolk Sendromu tanısıyla klinikte yatan hastanın kolostomi bakımına yönelik hemşirelik bakımı Günlük Yaşam Aktiviteleri Modeli doğrultusunda planlanmış, uygulanmış ve değerlendirilmiştir. Ateş, diyare, enfeksiyon şikayetlerinin ortadan kalktığı gözlendi. Bireyi bir bütün olarak değerlendiren günlük yaşam aktiviteleri modelinin hemşirelik sürecinde uygulanmasının bakım kalitesini artırdığı gözlenmiştir.
Kuramlar ve modeller hemşirelik bakımının sistematik hale gelmesi, ortak dil oluşturulması ve bakım kalitesinin artmasına fayda sağlar. Bu olgu sunumunda serviks kanseri tanısı konulmuş bir olgunun Kolcaba’nın Konfor Kuramı doğrultusunda değerlendirmesi yapılmış, hemşirelik tanıları belirlenmiş ve gerekli girişimler uygulanmıştır. Hasta bireylerde konforu bozan faktörlerin değerlendirilmesi ve giderilmesi ile verilen bakımın kalitesi artmaktadır. Ayrıca konfor; fiziksel, psikospiritüel, çevresel ve sosyokültürel alt boyutlardan oluştuğu için bu kuram bireyin bütüncül olarak değerlendirilmesine olanak sunmaktadır. Bu nedenle serviks kanserli bu olguda Konfor Kuramından yararlanılmıştır.
Amaç: Bu araştırma obezite ve bariyatrik cerrahi hakkında verilen eğitimin hemşirelik öğrencilerinin bilgi ve tutumuna etkisinin incelenmesi amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yöntem: Bu araştırma ön test- son test tek gruplu yarı deneysel tasarıma uygun olarak yapılmıştır. Araştırmanın evrenini ikinci sınıf hemşirelik öğrencileri oluşturmuştur. Örneklem seçimine gidilmeyip 89 öğrenci ile çalışma tamamlanmıştır. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistikler ve ki-kare analizi kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin yaş ortalaması 20.539±2.440, BKİ ortalamaları 23.490±2.318 ve %84.3’ü kadındır. Obeziteyi önlemeye yönelik bilgilerini yeterli bulan öğrencilerin oranı eğitim öncesi %11.2’den eğitim sonrası %40.4’e; obez bireylerin yaşadığı sağlık sorunlarını bildiğini belirten öğrencilerin oranı eğitim öncesi %45.5 iken eğitim sonrası oran %75.3’e yükselmiştir. Araştırma kapsamına alınan öğrencilerin, bariyatrik cerrahinin endikasyonlarını bilme oranları eğitim öncesi %36 iken, eğitim sonrası %71.9, bariyatrik cerrahinin kontraendikasyonlarını bilme oranları eğitim öncesi %24.7 iken, eğitim sonrası %59.5 olmuştur. Bununla birlikte öğrencilerin eğitim öncesi ve sonrası bariyatrik cerrahi geçiren bireyin bakımını yapabileceğini düşünme durumları arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p>0.05). Sonuç: Öğrencilerin eğitim sonrası kendilerini obezite ve bariyatrik cerrahi konusunda daha bilgili gördükleri ve obez bireylere karşı tutumlarının daha olumlu hale geldiği saptanmıştır.
Amaç: Bu çalışmada, hemşirelik öğrencilerinde delici ve kesici alet yaralanmaları tahmin ölçeği (HÖD-KAYTÖ) Türkçe formunun geçerlilik ve güvenilirliğinin doğrulanması amaçlanmıştır. Yöntem: Metodolojik tipteki araştırmanın evreni, 3 ve 4’üncü sınıflardaki 398 öğrencidir. Ölçekteki 18 maddenin 10 katı alınarak 180 öğrenci örneklem olarak belirlenmiştir. Araştırma, Şubat-Mart 2021 tarihlerinde Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Hemşirelik Bölümü’nde gerçekleştirilmiştir. Veriler; Öğrenci Bilgi Formu, HÖD-KAYTÖ ve Psikolojik Güçlendirme Ölçeği (PG) ile Şubat-Mart 2021 tarihleri arasında “Google Forms” üzerinden online olarak toplanmıştır. Ölçekte yer alacak maddelerin kapsam geçerliğinin tespiti için, uzman görüşleri doğrultusunda elde edilen nitel veriler Kapsam Geçerlik Oranı ve Kapsam Geçerlik İndeksi hesaplanarak nicel verilere dönüştürülmüştür. Ölçeğin yapı geçerliliği doğrulayıcı faktör analiziyle, iç tutarlılığı Cronbach alfa katsayısıyla ve test-tekrar test güvenilirliği Intraclass Correlation Coefficient (ICC) ile ölçülmüştür. HÖD-KAYTÖ ve Psikolojik Güçlendirme arasındaki doğrusal ilişki, Pearson’un korelasyon katsayısı ile ölçülmüştür. Bulgular: Ölçeğin, Doğrulayıcı Faktör Analizi CMIN/DF değeri 2.012 olup, uygun bir modeldir. Model uyum indeksleri; RMSEA=0.075, CFI=0.92, TLI=0.94, NFI=0.93, GFI=0.92, AGFI=0.90’dır. Ölçeğin Cronbach alfa değeri 0.83 ve ICC değeri 0.93’tür. HÖD-KAYTÖ ile Psikolojik güçlendirme arasındaki ilişki pozitif yöndedir (r=0.75, p<0.001). Sonuç: Türkçeye uyarlanan ölçek pratikte uygulanacak yeterli psikometrik özelliklere sahiptir. Hemşirelik öğrencilerinde delici ve kesici alet yaralanmalarının belirlenmesine önemli katkı sağlayacak olan HÖD-KAYTÖ’nün uygulanması önerilir.
Objective: The research aimed to analyze healthcare professionals’ “levels of COVID-19 fear and hand hygiene practice” and “the correlation between COVID-19 fear and hand hygiene practices” in a university hospital. Methods: The population of this descriptive and correlational research comprised 150 professionals, that is, 50 doctors and 100 nurses working in various units at a university hospital. The number of healthcare professionals who voluntarily took part in the research was 97. The data were collected through the “Healthcare Professional Introduction Form, COVID-19 Fear Scale, and Hand Hygiene Practices Inventory”. Results: The female professionals’ mean COVID-19 fear level score and hand hygiene practice level score were higher than those of males (p < 0.05). There was a significant difference among the mean COVID-19 fear scores with reference to the education level (p < 0.05). Of the professionals, 96.9% had at least one problem after hand hygiene. It was determined that there was a very weak, positive, and significant correlation between the level of COVID-19 fear and that of hand hygiene performance (r= 0.224; p < 0.05). Conclusion: The research reveals that hand hygiene practices and the COVID-19 fear are affected by gender, as well as the fact that frequent handwashing and hand sanitizer use play a role in skin problems.
Amaç: Araştırma, bir üniversite uygulama ve araştırma hastanesi, yoğun bakım kliniklerinde görev yapan hemşirelerin hasta mahremiyetini gözetme durumları ile etkileyen faktörleri değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel türdeki bu araştırmanın örneklemini, 15 Nisan – 15 Haziran 2018 tarihleri arasında yoğun bakım biriminde çalışan ve araştırmaya gönüllü katılmayı kabul eden 105 hemşire oluşturmaktadır. Verilerin toplanmasında; kişisel bilgi formu ve Hasta Mahremiyeti Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin, hasta mahremiyetini gözetme durumlarının ortalamanın üzerinde (4.61±0.38) olduğu ve en yüksek puanı “fiziksel mahremiyet” alt boyutundan (4.73±0.41) aldıkları saptanmıştır. Hasta hakları bildirgesini okuyan hemşirelerin mahremiyet ölçeği kişisel bilgi güvenliği/özel hayatın gizliliği alt boyut puan ortalamasının, okumayanlara göre daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin %57.1’i hastanelerinde hasta mahremiyetini korumaya yönelik yazılı materyal, %82.9’u mahremiyet ihlalinin takip ve izleme sisteminin olmadığını belirtmiştir. Sonuç: Çalışma bulguları hemşirelerin hasta mahremiyetini yüksek oranda gözettiklerini, fiziksel mahremiyeti daha fazla önemsediklerini ve hasta mahremiyetini gözetme durumunun çeşitli faktörlerden etkilendiğini göstermiştir. Hastanede mahremiyet ihlal ve takip sistemlerinin kurulması, kurumsal ve sağlıkta kalite standartları gereğince hasta güvenliği kapsamında hasta hakları ve mahremiyet eğitimlerinin sürdürülmesi önerilmektedir.
Objective: This study aimed to evaluate the psychological resilience and family role performances of nurses who worked in a hospital pandemic during COVID-19. Methods: This study was descriptive and correlational. The study sample consisted of 318 nurses working in a tertiary state hospital in Kayseri. Data were collected using by “Socio-Demographic Form”, “Connor-Davidson Resilience Scale”, and “Family Role Performance Scale”. After the normal distribution analysis of the data, SPSS 22.0 was used for descriptive and advanced analysis, and Lisrel 8.71 program was used for structural equation modeling. Results: As a result of the structural equation model, it was found that the psychological resilience of nurses had a significant 0.61 effect on family role performance (p<0.01). It was found that the psychological resilience score of the nurses was higher and statistically significantly different in males, married, having children, and not having any fear of infection (p<0.05). The family role performance scores of the nurses were higher and statistically significantly different in those who did not have close contact with the patient with COVID-19, those who received isolation training, and those who see their families every day (p<0.05). Conclusion: Based on the results, the psychological resilience levels of participants nurses were high, their family role performances were moderate, and psychological resilience had a significant effect on family role performance. Therefore, nurses should maintain work and life balance during the pandemic and protect positive expectations and goals for life in the face of painful experiences.
Amaç: Bu araştırmada hemşirelerin COVID-19 korkusu ve iş yaşam kalitelerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma bir devlet hastanesinde (n: 106 hemşire) 18 Ocak- 1 Şubat 2022 tarihleri arasında yapılmıştır. Araştırmanın verileri “Tanıtıcı Bilgiler Formu”, “COVID-19 Korkusu Ölçeği”, “Hemşirelik İş Yaşam Kalitesi Ölçeği” kullanılarak yüz yüze toplanmıştır. Bulgular: Hemşirelerin COVID-19 Korkusu Ölçeği puan ortalaması 19.00±6.20 ve HİYKÖ puan ortalaması 109.12±16.67 olarak bulunmuştur. HİYKÖ alt boyut puan ortalamaları ise; iş/çalışma ortamı 26.02±5.48, yöneticiler ile ilişkiler 18.43±4.08, iş koşulları 25.94±5.66, iş algısı 25.72±3.80 ve destek hizmetler alt boyut puan ortalaması 13.01± 3.14 olduğu belirlenmiştir. COVID-19 tanısı almayanların COVID-19 Korkusu Ölçek puan ortalamaları, COVID-19 tanısı alanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksektir (p<0.05). Ayrıca COVID-19 aşısı olanların COVID-19 Korkusu Ölçeği puan ortalamaları olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). COVID-19 tedavisini hastanede geçirenlerin HİYKÖ toplam puan ortalamaları, yöneticiler ile ilişkiler ve iş koşulları alt boyut puan ortalamaları COVID-19 tedavisini evde geçirenlere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksektir (p<0.05). Sonuç: Hemşirelerin COVID-19 korkularının ve iş yaşam kalitelerinin orta düzeyde olduğu ve etkileyen faktörler olduğu belirlenmiştir. Müdahale çalışmaları planlanması önerilmektedir.
Amaç: Gebelikte sağlık hizmeti alınması ve sağlık hizmetine erişimin sağlanması anne ve bebek için kritik bir öneme sahiptir. Birçok faktör sağlık hizmetlerine ulaşımı ve sağlık hizmetlerinden yararlanmayı etkilemektedir. Bu araştırma gebelerin sağlık bakım hizmeti almasını etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla tanımlayıcı-ilişki arayıcı desene sahip olarak planladı. Gereç ve Yöntem: Araştırma İstanbul’daki bir kadın doğum ve çocuk hastalıkları hastanesinin gebe polikliniğinde 05/06/2021- 05/09/2021 tarihleri arasında 322 gebe ile gerçekleştirildi. Olasılıksız örnekleme yöntemi kullanıldı. Veriler Tanıtıcı Bilgi Formu ve Gebelerin Hastanelerden Sağlık Hizmeti Almasını Etkileyen Faktörler Ölçeği kullanılarak toplandı. Verilerin analizinde, SPSS 21.0 istatistik paket programı kullanıldı. Bulgular: Gebelerin Sağlık Hizmeti Almasını Etkileyen Faktörler Ölçeği alt boyut puanları; hizmet kalitesi 24.55±3.92, tutum 33.05±8.17, ekonomi 9.43±2.08, ailesel 19.94±3.12, bireysel 26.57±4.51 ve mahremiyet 9.12±2.70 olarak saptandı. Bu alt boyutlardan mahremiyet alt boyutu hariç diğerlerinin, ölçek ortanca değerinden daha yüksek olduğu belirlendi. Ülkemizin batısında yaşayan gebelerin hizmet kalitesi (KW:13.829, p=0.008), tutum (KW:13.357, p=0.010), ekonomi (KW:10.163, p=0.038) ve bireysel (KW:13.292, p=0.010) boyutlarında istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksek olduğu saptandı. Sonuç: Gebelerin sağlık hizmeti almasında hizmet kalitesi, tutum, ekonomi ve bireysel faktörlerin olumlu etki yaptığı belirlendi. Türkiye’nin batısında yaşayan gebelerin sağlık hizmeti alımının daha olumlu olduğu bulundu.
Amaç: Bu araştırma, ilk kez sezaryen olacak gebeler ile daha önce sezaryen olmuş gebelerin endişeleri ve ağrı inançlarına etki eden etmenlerin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırmanın örneklemini, Ocak-Mart 2021 tarihleri arasında İstanbul Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ilk kez sezaryen olacak 123 gebe ve mükerrer sezaryen olacak 121 gebe olmak üzere 244 gebe oluşturmuştur. Veriler, “Kişisel Bilgi Formu”,“Endişe Şiddeti Ölçeği” (EŞÖ) ve “Ağrı İnançları Ölçeği” (AİÖ) ile elde edilmiştir. Bulgular: Gebelerin sezaryen sayısı ile EŞÖ ve AİÖ-O arasında anlamlı farklılık saptanmıştır (p <0.05). Gebelerin ağrı inançları ölçeği “organik inançlar” alt boyutu ile EŞÖ arasında pozitif yönde, zayıf derecede ve istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilmiştir (r=0.232; p:0.000). Gebelerin AİÖ ile EŞÖ puanları arasında pozitif yönde, zayıf derecede ve istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilmiştir (r=0.239 p:0.000). Sonuç: Gebelerin ağrı inançları arttıkça, endişe şiddetleri de artmaktadır. Hastaların inançları doğrultusunda farmakolojik olmayan yöntemler bakım sürecine katılmalı, uygun ve yeterli bilgilendirme yapılarak gebelerin endişe seviyeleri azaltılmalıdır.
Amaç: COVID-19 dünya çapında yayılırken, gebelerin aldıkları önlemler ve prenatal bakım hizmetlerinin yürütülmesi konuları dikkat çekmiştir. Bu araştırmada, gebelerin pandemide prenatal bakım hizmetlerine yönelik görüş ve deneyimleri ile COVID-19'dan korunmak için aldıkları önlemlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmada tanımlayıcı nitel tasarım kullanıldı. Araştırma 21 gebe üzerinde fenomenolojik olarak yapıldı. Yarı yapılandırılmış görüşmeler ve amaçlı örnekleme yöntemi kullanıldı. İçerik analizinde, verbatim transkripsiyon kullanıldı. Bulgular: Araştırmada iki ana tema ve yedi alt tema belirlendi. Gebelerin COVID-19’dan korunmak için alınması gereken temel önlemleri aldıkları, sosyal izolasyon uyguladıkları, prenatal bakım hizmetlerinin kullanımında kısıtlamaya gitmedikleri, doğum yapacakları kurumu değiştirmedikleri, nitelikli prenatal bakım aldıkları ve aldıkları bakımdan memnun kalmadıkları saptandı. Sonuç: Pandemi devam ederken, sunulan prenatal bakım hizmetinde gebelerin fiziksel sağlığı yanı sıra sosyal ve psikolojik sağlığına da özen gösterilmesi önem arz etmektedir.
Amaç: Bu araştırmada amaç, COVID-19 hastalarının yaşadıkları ağrılarla baş etmek için kullandıkları bütünleşik tıp yöntemlerini ve bu yöntemlerin ağrı üzerine etkisini belirlemektir. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma olası olmayan örnekleme yöntemlerinden kartopu örnekleme yöntemi kullanılarak 13 Aralık 2021-23 Aralık 2021 tarihleri arasında 312 COVID-19 hastası ile yürütüldü. Veriler, Kişisel Bilgi Formu ve Vizuel Analog Skala kullanılarak toplandı. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler (yüzde, frekans, ortalama, standart sapma, minimum, maksimum) ve bağımsız gruplarda t testi kullanıldı. Sonuçlar p<0.05 anlamlılık düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: Hastaların %83.3’ünün baş ağrısı şikâyeti olduğu, %67.3’ünün bütünleşik tıp yöntemlerini iyi geldiği için kullandığı, % 69.2’sinin C vitamini desteği aldığı, %60.3’ünün dua/ibadet ettiği, %67.0’sinin sarımsak tükettiği belirlenmiştir. Hastalar bütünleşik tıp yöntemi kullandıktan sonraki ağrı düzeylerinde azalma olduğu belirtmiş ve her iki ağrı seviyesi arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Sonuç: COVID-19 hastalarının hastalık sürecinde kullandıkları bütünleşik tıp yöntemlerinin ağrılarını azalttığı belirlendi.
Amaç: Bu araştırma COVID-19 pandemi sürecinde demanslı bireylere bakım veren aile üyelerinin sağlık okuryazarlık düzeyleri ve ilişkili faktörlerini incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma Ekim-Kasım 2021 tarihleri arasında demanslı bireylere bakım veren 114 aile üyesiyle yürütülmüştür. Araştırmada amaçlı örneklem yöntemi kullanılmıştır. Veriler; tanımlayıcı özellikler formu, Avrupa Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği (ASOY-TR) ve COVID-19 Korkusu Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesi araştırmacılar tarafından SPSS 24.0 programı kullanılarak yapılmıştır. Değerlendirmede sayı, yüzde, ortalama, One-way ANOVA testi ve ki-kare testi kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan demanslı bireylere bakım verenlerin yaş ortalaması 55.90±10.72 yıl (min-maks:20-79), %82.5’i kadın, %66.7’sinin geliri giderine eşit, %55.4’ü lisans mezunudur. Bakım verenlerin %34.2’sinin yeterli ve mükemmel düzeyde sağlık okuryazarlığına sahip olduğu bulunmuştur. Bakım veren bireylerin genel sağlık okuryazarlığı puan ortalamalarının, çalışma ve eğitim durumlarının sağlık okuryazarlık düzeyleri üzerinde istatistiksel açıdan anlamlı bir fark oluşturduğu (p0.05) görülmüştür. Sonuç: Çalışma COVID-19 pandemi sürecinde demanslı bireylere bakım veren aile üyelerinin sağlık okuryazarlık düzeylerine ve ilişkili faktörlere ışık tutmaktadır. Bu sonuçlar doğrultusunda özellikle çalışmayan ve düşük eğitim seviyesi olan bakım verenlerin sağlık okuryazarlık düzeylerinin geliştirilmesi önerilmektedir. Ayrıca bakım verenlerin üçte ikisinin yetersiz ve sorunlu-sınırlı düzeyde sağlık okuryazarlığına sahip olduğu ortaya konmuştur. Sağlık profesyonellerinin demanslı bireye bakım veren aile üyelerinin sağlık bilgilerine etkin bir şekilde erişmesine, anlamasına, değerlendirmesine ve uygulamasına yardımcı olmaları önerilmektedir.
Objective: This study was conducted to determine care process of newborns diagnosed with COVID-19 and experiences of their mothers diagnosed with COVID-19. Methods: This phenomenological study was conducted with qualitative design in the III-level neonatal intensive care unit of a tertiary hospital. A semi-structured interview form was used during the interview. The interview was recorded on a tape recorder. Content analysis was used to analyze the data. Results: Appropriate nursing interventions were applied according to the symptoms of the newborns. Three main themes were determined as “Emotions and thoughts about her newborn and her loved ones”, “Thoughts about the health sector” and “Thoughts about the future”. Conclusion: The mothers had negative emotions and thoughts such as trauma, fear of loss, sadness, helplessness, longing, social isolation, stigma and positive emotions and thoughts such as attachment, social support and value. The mothers had positive thoughts about the health sector such as value, satisfaction and trust. The mothers had negative thoughts about the future such as worry and social isolation and positive thoughts such as hope.
Amaç: Bu araştırma, lomber disk hernisi (LDH) ameliyatı geçiren hastaların sağlık okuryazarlık düzeyinin taburcu olmaya hazır olma durumuna etkisinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Yöntem: Bu araştırma tanımlayıcı-ilişki arayıcı bir araştırmadır. Araştırma evrenini, bir üniversite hastanesinin beyin cerrahi servisinde planlı LDH ameliyatı yapılan hastalar oluşturdu. Örneklem büyüklüğünü 120 hasta oluşturdu. Veriler, tanıtıcı bilgi formu, Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği ve Taburcu Olmaya Hazır Olma Ölçeği-Kısa Formu ile toplandı. Verilerin analizinde, sayı, yüzde dağılımı, Mann Whitney U testi, Kruskall Wallis testi ve Spearman korelasyon analizi kullanıldı. Bulgular: Katılımcıların Sağlık Okuryazarlık Ölçeği toplam puanı 94.60±15.22 olup sağlık okuryazarlık düzeylerinin ortanın üstünde olduğu bulundu. Taburcu Olmaya Hazır Olma Ölçeği puanlarına göre katılımcıların, %57.5 (n=69)’inin taburculuğa hazır olmadıkları belirlendi. Hastaların tanıtıcı özelliklerinden sadece hastanede kalış süresine göre Taburcu Olmaya Hazır Olma Ölçeği puan ortalamalarının farklı olduğu belirlendi (p<0.05). Hastaların sağlık okuryazarlık düzeyine göre taburcu olmaya hazır olma durumu arasında pozitif yönde zayıf düzeyde bir korelasyon olduğu bulundu. Sonuç: Araştırmadan elde edilen bulgular, hastanede kalış süresinin beş günden fazla olmasının ve sağlık okuryazarlık düzeyinin artmasının hastaların kendilerini taburcu olmaya daha hazır hissettiklerini göstermektedir. Lomber disk hernisi ameliyatı geçirmiş hastaların taburculuk planlanmasının yapılmasında sağlık okuryazarlık düzeyleri belirlenmeli ve bireye özgü planlama yapılmalıdır.
Objective: The number of immigrants in the world is increasing rapidly. The vast majority of female immigrants are of reproductive age. Immigrant infants are added to the population every day. The purpose of this study is to determine challenges for neonatal intensive care unit nurses who care for infants of immigrant families. Methods: A qualitative phenomenological research design based on a semi-structured in-depth interview with 11 neonatal intensive care nurses. The interviews were recorded and transcribed for content analysis and responses were categorized into themes. Results: The two major themes identified from the data were: (1) language-related barriers and (2) culture-related barriers. Conclusion: Neonatal intensive care nurses who care for infants of immigrant families have communication problems as a result of the lack of interpreters and because of challenges cultural differences. This has the potential to affect the well-being. Study results can be used by nurses to improve the quality of care of immigrant infants and their families.
Objective: The aim of this study was to examine the family perception through a psychological drawing test in healthy children with siblings diagnosed with cancer. Methods: This descriptive study, using qualitative data collection and evaluation methods, was conducted on 20 healthy children whose siblings were diagnosed with cancer and who were treated in the pediatric clinics of a university hospital in Turkey. Data were gathered with Descriptive Characteristics of Family Members Form, Kinetic Family Drawing Test and Semi-Structured Interview Form. Results: In most of the paintings, the mother was the first to be drawn as the most cherished and desired family member. The energy of the movement was negative in most of the drawings. According to projective analysis, the majority of healthy siblings had a perception of isolation in the family. Conclusion: Healthy children having siblings diagnosed as cancer were found to have negative family perceptions. They had negative perceptions, especially about their position/role in the family.
Amaç: Bu çalışma, kanser hastalarına bakım veren bireylerin manevi iyilik durumları ve yaşam kalitelerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı türde yürütülen bu çalışma, Kasım 2020-Nisan 2021 tarihleri arasında Türkiye’de kanser tedavisi alan hastalara bakım veren 104 birey ile online olarak yürütülmüştür. Çalışma verileri Tanıtıcı Bilgi Formu, Kanserli Hastalara Bakım Verenlerde Yaşam Kalitesi Ölçeği ve Üç Faktörlü Spiritüel İyi Oluş Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Bulgular: Çalışmamıza katılan bakım verenlerin %84.62’sinin kadın olduğu, %73.08’inin manevi bakıma ihtiyaç duyduğu ve %86.54’ünün manevi bakım desteği almadığı belirlenmiştir. Kanserli Hastalara Bakım Verenlerde Yaşam Kalitesi Ölçeği toplam puan ortalamasının 63.89±22.24, Üç Faktörlü Spiritüel İyi Oluş Ölçeği toplam puan ortalamasının 119.77±22.91 olduğu saptanmıştır. Bakım verenlerde yaşam kalitesi ölçeği toplam puanlarının cinsiyet, çalışma durumu, eğitim düzeyi ve manevi bakıma ihtiyaç duyma durumuna göre anlamlı farklılık gösterdiği saptanmıştır (p<0.05). Üç Faktörlü Spiritüel İyi Oluş Ölçeği toplam puan ortalaması ile Kanserli Hastalara Bakım Verenlerde Yaşam Kalitesi Ölçeği toplam puan ve alt boyut puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon olduğu saptanmıştır (p<0.001). Sonuç: Bu çalışmada bakım veren bireylerin yaşam kalitesinin orta düzeyde olduğu ve spiritüel iyi oluş düzeyleri ile yaşam kalitesi arasında pozitif yönde anlamlı ilişki olduğu bakım verenlerin spiritüel iyilikleri arttıkça yaşam kalitelerinin de arttığı bulundu. Onkoloji hemşirelerinin holistik bakım kapsamında bakım verenlerin manevi iyilik hali ve yaşam kalitesini değerlendirmesi, bu doğrultuda eğitim ve danışmanlık hizmetlerini planlaması ve yürütmesi önerilmektedir.
Bu makalede ahlaki sıkıntı, nedenleri ve sonuçları ile ahlaki sağlamlığın tanımı, bileşenleri ve ahlaki sağlamlığı geliştirmeye yönelik uygulamaların incelenmesi amaçlanmıştır. Hemşireler, klinik ortamlarda karşılaştıkları etik sorunlar karşısında ahlaki sıkıntı yaşayabilmektedir. Ahlaki sıkıntı; “ahlaki zararlara, yanlışlara veya başarısızlıklara tepki olarak yaşanan acıyı yansıtan ve genellikle kişinin bütünlüğünün tehlikeye girdiği hissini oluşturan bir ahlaki acı çekme biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Ahlaki sıkıntılar hemşirelerin öfke ve suçluluk duyguları, stres tepkisi ve mide-bağırsak rahatsızlıkları gibi hem fiziksel hem de psikolojik sağlık sorunları yaşamasına neden olmaktadır. Ayrıca, hemşireler arasında, düşük benlik değerine, tükenmişliğe, mesleği bırakma niyetine ve hastalara karşı duyarsızlaşmaya yol açmaktadır. Bu durum verilen bakımın kalitesini bozmaktadır. Hemşirelerin ahlaki sıkıntıları ile baş edebilmeleri, toparlayabilmeleri ve yenilenebilmeleri için ahlaki sağlamlığın geliştirilmesi bir çözüm olarak düşünülmektedir. Bir bireyin ahlaki karmaşıklık, kafa karışıklığı, sıkıntı veya aksaklıklara yanıt olarak bütünlüğünü sürdürme veya eski haline dönebilme kapasitesi olarak tanımlanmaktadır. Ahlaki sağlamlık; kişisel bütünlük, ilişkisel bütünlük, toparlayabilme, öz düzenleme, öz yönetim ve ahlaki yeterlilik gibi bileşenlerden oluşmaktadır. Ahlaki sağlamlığın geliştirilmesinde, etik eğitimi, stresle baş etme ve sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, bilinçli farkındalık temelli girişimler, öz düzenleme, öz farkındalık, ahlaki cesaret gibi kavramların ele alınması önem taşımaktadır. Sonuç olarak, bu makalede, sağlık bakım kalitesinin artırılması ve hemşirelerin etik sorunlar karşısında yaşadıkları ahlaki sıkıntının azaltılması için ahlaki sağlamlığın geliştirilmesi önerilmiştir.
Objective: This study was carried out to determine the levels of and relationship between professional commitment and quality of work life of the nurses. Method: 270 nurses, who worked at a university hospital and accepted to participate, were recruited to the study. The data were collected using the Introductory Characteristics Form, the Quality of Nursing Work Life Scale (QNWLS) and the Nursing Professional Commitment Scale (NPCS) during September-December 2017. Descriptive statistics, Independent t, Mann-Whitney U, One Way ANOVA, Kruskal-Wallis tests and Pearson Correlation analysis were used for the data analysis. Results: It was found that total mean score of the Nursing Professional Commitment Scale was 69.93±12.54, and total mean score of the Quality of Nursing Work Life Scale was 104.53±17.38. It was determined that there was a positive correlation between the Nursing Professional Commitment Scale subscale and total scale scores and the Quality of Nursing Work Life Scale subscale and total scale scores (p
Amaç: Araştırma hemşirelik bölümü öğrencilerinin terapötik iletişim becerilerinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Kesitsel türdeki araştırmanın evrenini 20 Aralık 2019-15 Ocak 2020 tarihleri arasında bir devlet üniversitesinin hemşirelik bölümünün ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıfta öğrenim gören öğrenciler (N=695), örneklemini ise n=252 öğrenci oluşturmuştur. Veriler “Kişisel Bilgi Formu” ve “Hemşirelik Öğrencileri İçin Terapötik İletişim Becerileri Ölçeği” ile toplanmıştır. Verilerin analizinde, tanımlayıcı istatistikler, korelasyon analizi, Kolmogorov-Smirnov, Mann Whitney U ve Kruskal Wallis H testleri kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin yaş ortalaması 21.04±1.32 olup, %55.4’ü kadındır. Öğrencilerin ölçek alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları; non terapötik iletişim becerileri 20.24±6.84 (minimum 7-maximum 42), terapötik iletişim becerileri-I 26.99±6.00 (minimum 8-maximum 42) ve terapötik iletişim becerileri-II 16.78±2.87’dir (minimum 9-maximum 21). Öğrencilerin cinsiyeti, not ortalaması ve iletişim dersi alma durumlarıyla non terapötik iletişim becerileri; sınıf düzeyi, iletişim kurmakta zorlanma durumları ve iletişim kurmakta zorlandıklarında kullandıkları baş etme mekanizmalarıyla terapötik iletişim becerileri-I; yaşı, sınıf düzeyi ve iletişim kurmakta zorlandıklarında kullandıkları baş etme mekanizmaları ile terapötik iletişim becerileri-II puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar olduğu saptanmıştır (p
Amaç: Bu çalışma, hemşirelik öğrencilerinin kendi mesleklerine yönelik imajlarına ilişkin algılarını ve tutumlarını incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, 17-28 Şubat 2020 tarihleri arasında Hemşirelik Bölümü öğrencileri ile yürütülmüştür. Araştırmada örnekleme yöntemine gidilmemiş olup 137 öğrenciden 128’i çalışmaya katılmayı kabul etmiştir. Araştırmaya katılma oranı %93.5’tir. Veriler öğrencileri tanıtıcı bilgi formu, Hemşirelik Mesleğine Yönelik İmaj Ölçeği ve Hemşirelik Mesleğine Yönelik Tutum Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistik yöntemleri, independent samples t testi, Mann-Whitney U testi, Kruskal-Wallis varyans analizi ve pearson korelasyon kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin Hemşirelik Mesleğine Yönelik İmaj Ölçeği puan ortalaması 137.11±32.89 ve Hemşirelik Mesleğine Yönelik Tutum Ölçeği puan ortalaması 140.30±10.35 bulunmuş; %57.0’ının imajına yönelik algılarının orta ve %43.3’ünün iyi düzeyde olduğu saptanmıştır. Öğrencilerin hemşirelik mesleğinin özellikleri tutumu alt boyutu ile mesleki nitelikler, cinsiyet, eğitim; hemşirelik mesleğini tercih etme durumu alt boyutu ile çalışma koşulları, cinsiyet, eğitim; mesleğin genel durumuna ilişkin tutumu alt boyutu ile eğitim imaj puanları arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p
Amaç: Bu çalışmada hemşirelerde içsel motivasyonun toplumsal cinsiyet rolleri tutumu ile ilişkisini belirlemek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma Şubat-Mayıs 2019 tarihleri arasında bir üniversite hastanesinde çalışan 261 hemşire ile yürütülmüştür. Veriler Bireysel ve Mesleki Özellikler Bilgi Formu, İçsel Motivasyon Ölçeği (İMÖ) ve Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği (TCRTÖ) kullanılarak toplanmıştır. Verilerin analizinde sayı yüzde dağılımı, Mann-Whitney U testi, Kruskal-Wallis Varyans analizi, Korelasyon analizi ve Basit Doğrusal Regresyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Hemşirelerin içsel motivasyon alt boyut puan ortalaması 4.25±0.60; TCRTÖ puan ortalaması ise 158.40±22.14 olarak bulunmuştur. Hemşirelerin birimde çalışma süresi ve birimde isteyerek çalışma durumlarına göre içsel motivasyon puan ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu saptanmıştır (p0.05). Sonuç: Bu çalışmadan elde edilen sonuçlar hemşirelerin içsel motivasyon düzeyinin yüksek olduğunu göstermiştir. Hemşirelik mesleği en çok kadınlar tarafından tercih edilmesine karşın; toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin geleneksel ve eşitlikçi tutuma sahip olmanın hemşirelerin içsel motivasyon düzeyini etkilemediği sonucuna ulaşılmıştır.
Amaç: Bu çalışma hemşirelik öğrencilerinin bakım verici rolüne ilişkin tutumlarını incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Araştırma bir ilde bulunan sağlık bilimleri fakültesi hemşirelik bölümü üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencileri ile yapılmıştır. Araştırma 2019-2020 eğitim- öğretim yılında aktif klinik uygulamaya katılan 282 öğrenci ile yapılmıştır. Araştırma verileri araştırmacılar tarafından literatür ışığında hazırlanan “Kişisel Bilgi Formu” ve “Hemşirenin Bakım Verici Rollerine İlişkin Tutum Ölçeği (HBRTÖ)” formu kullanılarak toplanmıştır. Bulgular: Hemşirelik öğrencilerinin HBRTÖ toplam puan ortalaması 68.60±7.34 olup, öğrencilerin hemşirelikte bakım verici role ilişkin tutumlarının yüksek olduğu bulunmuştur. Ayrıca hemşirelik bölümü üçüncü ve dördüncü sınıf lisans öğrencilerinin yaş ve cinsiyetlerinin hemşirelerin bakım verici rollerine ilişkin tutumlarını etkilemediği belirlenmiştir. Ancak mesleği sevdiği için tercih eden öğrencilerin “Hemşirenin Öz bakım Gereksinimlerini Gidermesi ve Danışmanlık Rolü” (p=0.01), “Hemşirenin Tedavi Sürecindeki Rolü” alt boyut (p=0.04) ve toplam ölçek puanlarının (p=0.02) anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır. Sonuç: Hemşirelik öğrencilerinin hemşirelerin bakım verici rollerine ilişkin tutumlarının yüksek olduğu, mesleği sevdiği için tercih eden öğrencilerin hemşirelik mesleğinin bakım rollerine ilişkin daha olumlu tutum içinde oldukları saptanmıştır.
Amaç: Bu araştırmanın amacı hemşirelerin sosyotropik-otonomik kişilik özellikleri ve klinik karar verme düzeyleri arasındaki ilişkinin belirlenmesidir. Yöntem: Tanımlayıcı türde olan bu araştırma Mayıs 2015- Temmuz 2015 tarihleri arası ülkenin doğusunda bulunan bir üniversite hastanesinde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini, ilgili hastanede belirtilen tarihler arasında görev yapan hemşireler oluşturmuştur. Araştırmanın örneklemini ise araştırmaya katılmayı kabul eden 171 hemşire oluşturmuştur. Veriler “Tanıtıcı Özellikler Formu” ve “Sosyotropi-Otonomi Ölçeği” ve “Hemşirelikte Klinik Karar Verme Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde yüzde, aritmetik ortalama ve korelasyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Hemşirelerin sosyotropi ölçeğinden aldıkları puan ortalaması 55.2±16.1, otonomi ölçeğinden aldıkları puan ortalaması ise 67.6±19.5 olarak belirlenmiştir. Hemşirelikte Klinik Karar Verme Ölçeği puan ortalaması ise 125.1±21.8 olarak saptanmıştır. Hemşirelerin Hemşirelikte Klinik Karar Verme Ölçeği ile otonomi ölçeği ile pozitif yönde, onaylanmama kaygısı alt ölçeği arasında ise negatif yönde anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p
Amaç: Araştırmada hemşirelik öğrencilerinin COVID-19 fobilerinin yordayıcısı olarak, belirsizliğe karşı tahammülsüzlükleri ve sağlık anksiyetelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Kesitsel tipteki araştırmanın veri toplama aşaması, Ocak-Mart 2021 tarihlerinde bir devlet üniversitesinin hemşirelik bölümü tüm sınıflarından 184 öğrencinin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, “Öğrenci Tanıtım Formu”, “COVID-19 Fobisi Ölçeği”, “Belirsizliğe Karşı Tahammülsüzlük Ölçeği”, “Sağlık Anksiyetesi Ölçeği” ile toplanmıştır. Ölçek puanlarının artması sırasıyla; yüksek düzeyde koronofobiyi, belirsizliğe tahammülsüzlüğü ve sağlık anksiyetesini göstermektedir. Araştırmada bağımsız iki örneklem t testi (Independent t Test), One Way ANOVA, Pearson Korelasyonu ve yordayıcıların tespiti için Çoklu Doğrusal Regresyon analizleri kullanılmıştır. Araştırmada güven aralığı %95, istatistiksel olarak anlamlılık düzeyi p
Amaç: Bu çalışma infertil bireylerin toplumsal cinsiyet rolleri kapsamında yaşadıkları damgalanma deneyimlerini ele alan araştırmaların sonuçlarını değerlendirmek amacıyla yapılmış bir sistematik derlemedir. Yöntem: 20 Ekim-18 Kasım 2020 tarihleri arasında PubMed, Science Direct, Scopus ve Google Scholar elektronik veri tabanlarında “infertility”, “stigma”, “stigmatisation”, “gender roles” anahtar kelimeleri kullanılarak tarama yapılmış ve 2015-2020 yılları arasında infertil bireylerin damgalanma durumunu değerlendiren ve İngilizce yayınlanan 16 çalışma sistematik derlemeye dâhil edilmiştir. Bulgular: Çalışma sonuçları incelendiğinde, infertil kadınların normal olmama, gebe kalamama nedeniyle damgalandıkları, kendilerini “yarım kadın” veya “eksik kadın” olarak algıladıkları, infertil erklerin ise “sperm üretemeyen erkek daha az erkektir” veya “yarım erkek” gibi belli normları içselleştirdikleri ve kendilerini damgaladıkları saptanmıştır. Damgalanma düzeylerinin değiştiği ve bazı grupların daha fazla damgalanma riski taşıdığı bulunmuştur. İnfertil bireylerin damgalanmadan kaçınmak amacıyla kendilerini toplumdan izole ettikleri görülmüştür. İnfertil bireylerin stres, anksiyete, depresyon gibi psikolojik sorunlar yaşadığı ve damgalanma düzeyi arttıkça depresyon düzeylerinin de arttığı saptanmıştır. Sonuç: Toplumsal cinsiyet rolleri kapsamında, infertil çiftlere uygulanan baskının azaltılması için toplumun bilinçlendirilmesi oldukça önemlidir. Tedavi sürecinde hemşireler bakım verecekleri çiftleri birlikte değerlendirmeli ve psikososyal sorunlara yönelik çözümler sunmalıdır.
Amaç: Bu çalışmada ilaç uygulamaları ve kan alma işlemi sırasında tamamlayıcı terapiler ve destekleyici bakım uygulamalarını kullanan hemşirelik tezlerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Veriler nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi tekniği ile toplanmıştır. Türkiye Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi web sitesinde yer alan tüm hemşirelik ana bilim dalları kontrol edilerek, 2010-2020 yılları arasında yayınlanmış 6855 tezin özeti incelenmiştir. Araştırma kriterlerine uygun 85 tez hazırlanan çizelgeye göre sınıflandırılmıştır. Veriler tanımlayıcı istatistik testleriyle analiz edilmiştir. Bulgular: İncelenen hemşirelik tezleri çoğunlukla son dört yılda olmak üzere en fazla 2017 yılında yapılmış ve tezlerin %76.5’i yüksek lisans düzeyindedir. Tezlerin %65.9’u çocuklar üzerinde yapılırken, en çok Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği alanında (%51.8) yürütüldüğü belirlenmiştir. Uygulamalar çoğunlukla kan alma sırasında (%36.5) yapılmış ve en fazla ağrı (%90.6) değerlendirilmiştir. Uygulamalar sırasında yetişkinlerde en fazla soğuk uygulama (%23.5), çocuklarda ise dikkat dağıtma (%32.8) yöntemi kullanılmıştır. Sonuç: İlaç uygulamaları ve kan alma işlemi sırasında, tamamlayıcı terapiler ve destekleyici bakım uygulaması kullanan hemşirelik tez sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu konuya ilişkin uygulama yöntemlerinin doktora tezlerinde daha fazla kullanılması, yetişkinlerde girişimsel uygulamalarda bu tip araştırmaların ve hemşirelik tez sayısının artması önerilmektedir.
Objective: This study is a descriptive study conducted to examine skin dryness, pH level, skin turgor and the affecting factors in the elderly staying in nursing homes. Method: The study population was composed of 53 elderly who stayed in a care and rehabilitation center. 50 elderly who met the participant selection criteria and who gave their consent to participate were included. Elderly Information Form and devices that measure skin moisture and pH were used as the data collection tools. Descriptive statistics, Man-Whitney U test and Spearman correlation test were used. Results: The results of the study revealed that the rate of arm dryness in the female elderly was higher compared to the male elderly and that skin turgor duration was longer in the elderly with cardiovascular diseases. When the relationship between water-fluid consumption of elderly and skin turgor duration was examined, it was seen that the duration of skin turgor extends as water-fluid consumption decreases. Conclusion: Dry skin was observed in all the elderly staying in the nursing homes; the duration of skin turgor extended; and skin pH was at normal levels. It was further revealed that daily water-fluid intake of the elderly affected the duration of skin turgor.
Amaç: Doğum sonrası yorgunluk, doğumdan sonra haftalarca sürebilen, annenin hem kendi hem de bebeğinin bakımını etkileyebilen ve anne ve bebek sağlığını tehdit edebilen önemli ve yaygın görülen bir sorundur. Bu çalışmada, doğum sonrası yorgunluğun yönetilmesinde kullanılan müdahaleleri belirlemek ve bu müdahalelerin etkinliğini incelemek amaçlanmıştır. Yöntem: Bu sistematik derlemede; PubMed, Google Scholar, Web of Science ve EBSCOhost veri tabanlarında ‘yorgunluk’, ‘doğum sonrası yorgunluk’, ‘doğum sonrası yorgunluk ve müdahaleler ya da farmakolojik olmayan müdahaleler’ ve ‘doğum sonrası yorgunluğun yönetimi veya stratejileri ve randomize kontrollü çalışma’ anahtar kelimeleriyle tam metnine ulaşılabilen, 2010-2021 yılları arasında yayınlanmış dokuz randomize kontrollü çalışma incelenmiştir. Bulgular: Yapılan inceleme sonucunda, doğum sonu yorgunluğun yönetiminde eğitim (n=2), eğitim ve egzersiz (n=1), egzersiz (n=1), aromaterapi (n=1), akupunktur (n=1), lavanta çayı tüketme (n=1), uyumaya yardımcı olma (n=1) ve ten tene temas (n=1) girişimlerinin uygulandığı görülmüştür. İncelenen çalışmaların çoğunda annelerin doğum sonu yorgunluk düzeyinin azaldığı bildirilmiştir. Sonuç: Doğum sonu yorgunluğun etkili bir şekilde yönetilebilmesine yönelik uygulanan girişimlere ilişkin sınırlı bilgi ve uygulama yer almaktadır. Bu doğrultuda, doğum sonu yorgunluğa yönelik müdahaleleri kapsayan daha büyük örneklemle kanıt düzeyi yüksek araştırmaların yapılması, bu araştırmaların içerik, müdahale ve yöntem açısından zenginleştirilmesi, doğum sonu yorgunluğun etkilerini azaltabilecek yeni stratejiler geliştirilmesi önerilir.
Objective: The aim of this review is to discuss and evaluate the possible outcomes of methods and preventive interventions for adolescents to identify the feeling of anger and management. Methods: Research papers from 2000-2020 were searched in national and international databases (Pubmed, EBSCOHost, Science Direct, Ulakbim Turkish Medical Index, Turkish Medline). Turkish and English keywords were used:“adolesan, öfke, öfke yönetimi”; “adolescence, anger, anger management”. Results: Approximately 1.8 billions of individuals are in adolescence in the world and although the majority of these individuals are healthy; a significant percentage of them experience serious or mortal diseases and other issues. Major physical, psychological and social changes occur in adolescence. Individuals start seeking experiences and they encounter certain risks with these changes. Because of the emotional change adolescents go through, they have difficulties with effective communication and also managing anger. The individuals who are not capable of managing their anger often express their anger maladaptively and show violent behavior. The aggressive behavior arising from inability of managing anger present a great concern for parents, educators and mental health professionals, given its outcomes on mental health and well-being on adolescents. Conclusion: Identifying risks and creating interventions for preventing psychopathology and morbidity in adolescence is important. Adolescents as a risk group should be trained by nurses, who have an important place in the provision of health services, on the cause, expression and control of anger, anger, problem solving, communication skills, coping skills, and the information sources they can reach should be taught to adolescents.
Amaç: Bu çalışma annelerin çocuklarının tuvalet eğitimi sürecindeki deneyimlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Nitel fenomenolojik tipte olan bu çalışma Sakarya ilinde bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Şubat- Mayıs 2019 tarihleri arasında yapılmıştır. Çalışma 18 ay-4 yaş arasında çocuğunu polikliniğe muayeneye getiren 14 anne ile yapılmıştır. Veriler soru formu ve yarı-yapılandırılmış görüşme formu ile toplanmıştır. Görüşmelerde derinlemesine görüşme tekniği kullanılmıştır. Elde edilen verilerin içerik analizi yapılmış, ana temalar belirlenmiş ve yorumlanmıştır. Bulgular: Görüşme sırasında elde edilen verilerin analizi sonrasında dört tema ve 17 kategori belirlenmiştir. Temalar; “Tuvalet eğitimine başlama kararı”, “Tuvalet eğitimi için çocuğun hazır oluşluk göstergeleri”, “Tuvalet eğitimine başlama hazırlığı” ve “Tuvalet eğitimi sürecinde yaşananlar” şeklindedir. Sonuç: Çalışmada annelerin tuvalet eğitimine başlama kararının çeşitli faktörlerden etkilendiği ve başlama zamanı, çocuğun hazır oluşluk göstergelerini tanımlama konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları görülmüştür. Çalışmada bazı anne davranışlarının çocukların biyo-psikososyal sağlığını olumsuz etkileyebileceği dikkati çekmiştir. Çoğu anne tuvalet eğitimi sürecinde zorlandığını ifade etmiştir. Çocuklarına tuvalet alışkanlığı kazandırma sürecinde aile desteği ile birlikte profesyonel desteğe de ihtiyaç duydukları görülmüştür.
Aniden ortaya çıkan, tsunamiye benzetilen, milyonlarca insanı enfekte eden/öldüren ve tüm dünyaya yayılan COVID-19, 11 Mart 2020’de DSÖ tarafından “pandemi” olarak kabul edilmiştir. Dünyayı durma noktasına getiren ve toplumları alt üst eden COVID-19’un etkileri halen devam etmektedir. Bu çalışmanın amacı COVID-19 pandemisinin yaşlılar üzerindeki etkileri, pandemide yaşlıların bakımı ve korunması ile ilgili literatür bilgisinin derlenmesidir. COVID-19 özellikle yaşlılarda fiziksel, psikolojik ve sosyal değişikliklere yol açmıştır. Yaşlılar, COVID-19 nedeni ile bakım ve tedaviye ulaşmada güçlük yaşamış, ağır semptomlar deneyimlemiş, yoğun bakım ihtiyaçları artmış, yoğun bakım ünitelerinde daha uzun süre kalmış ve hatta yeterli beslenememişlerdir. Ayrıca, yaşlıların COVID-19’a bağlı fiziksel inaktivite, yaş ayrımcılığı, sosyal izolasyon ve yalnızlık, kronik hastalıkların yönetiminde güçlük, dayanıklılıkta azalma ve kırılganlıkta artma nedenleri ile morbidite ve mortalite oranları da yükselmiştir. Yaşlılar için özellikle sağlık hizmetleri ve sosyal koruma sistemlerinin güçlendirilmesi, bakım ve desteğe erişimin iyileştirilmesi, uzun süreli bakımın sağlanması ve dijital erişim uçurumunun kapatılması gibi konular vurgulanmıştır. Sonuç olarak pandemi döneminde kırılgan ve dezavantajlı grup olan yaşlılar göz ardı edilmemeli tüm sorunları belirlenmeli, devlet ve sağlık profesyonelleri tarafından sorunlarına çözüm bulunmalı ve oluşturulan politikaların yaşama geçirilmesinde iş birliği sağlanmalıdır.
Kuklalar, sağlık hizmetlerinin sunumunda görev alan profesyoneller tarafından çocuklara çeşitli faydalar sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Kuklalar aracılığıyla çocuklara kaygı, korku ve açıklamada zorlandıkları çeşitli duygularını ifade edebilmeleri açısından kolay bir yol sağlanır. Vantrilokizm olarak bilinen yöntem, kukla kullanımında yaygın şekilde uygulanmaktadır. Bu yöntemde kişinin dudaklarını hareket ettirmeden konuşabilme yeteneği kastedilmektedir. Bu derleme makalede kuklalarla yapılan vantrilokizm uygulamalarının genel özellikleri, hastanede yatan çocuklar üzerindeki etkilerinin belirtilmesi ve çocuk hemşireliği uygulamalarındaki kullanımına yönelik literatür bilgilerinin tartışılması amaçlanmıştır.
Amaç: Kadın hastalıkları ve doğum hemşireliği dersinin klinik uygulaması öncesinde, öğrencilerin teorik bilgi ve kendi kendine hemşirelik bakımı yönetme becerileri doğrultusunda yapılan simülasyon eğitimine yönelik yaşadıkları deneyimleri değerlendirmek hedeflenmiştir. Yöntem: Niteliksel tipte olan bu araştırma 20 Mart ile 01 Nisan 2019 tarihleri arasında Gülhane Hemşirelik Fakültesi öğrencileri üzerinde odak grup görüşmeleri ile gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın örneklemini; kadın hastalıkları ve doğum hemşireliği dersi simülasyon uygulamasına katılan, iletişim problemi olmayan ve odak grup görüşmesine katılmayı gönüllü kabul eden 32 öğrenci oluşturmuştur. Araştırmada, 8 öğrenciden oluşan gruplar halinde, dört odak grup görüşmesi yapılmıştır. Bulgular: Öğrencilerle yapılan görüşmeler sonunda veriler iki ana kategori altında toplanmıştır. ‘Simülasyon deneyiminde duyguların tanımlanması’ kategorisi altında ‘özgüven’, ‘heyecan’, ‘korku ve kaygı’ temaları yer almaktadır. ‘Simülasyon eğitimine ilişkin öğrencilerin algı ve görüşleri’ kategorisi altında ise ‘kazanılan deneyimler’, ‘eğitim esnasında öğrencilerin gereksinim duyduğu konular’, ‘öğrencilerin simülasyon eğitiminin uygulamasına yönelik deneyimleri’ temaları oluşturulmuştur. Sonuç: Öğrencilerin kadın hastalıkları ve doğum hemşireliği dersi simülasyon eğitiminde çeşitli kazanımlar elde ettikleri, bireysel öğrenmeleri ve hemşirelik bakımında gereksinim duydukları uygulama becerilerine yönelik farkındalık kazandıkları değerlendirilmiştir.
Aile planlaması, yoksulluğu azaltmak ve dünya çapında milyonlarca kadın ve kız çocuğu için sağlıklı, üretken bir gelecek sağlamak için çok önemlidir. COVID-19 pandemisinin birçok ülkede sağlık sistemlerini, sağlık ürünlerinin tedarik zincirlerini ve yaşam biçimlerini olumsuz etkilemesiyle birlikte, aile planlaması hizmetlerine ulaşımında yetersizlik ve yöntem kullanmada bazı sorunlarla karşılaşılmıştır. Bu sorunların başında, bireylerin ihtiyaç duydukları aile planlaması bilgilerine, yöntemlerine ve hizmetlerine erişememe yer almaktadır. Özellikle COVID 19 pandemisi ile Sağlık Bakanlığı’nın önerisi doğrultusunda ev ziyaretlerinin minimal düzeye indirilmesi, sosyal mesafe ve karantina gibi uygulamaların yapılmasıyla birlikte yüz yüze temasın azalması, birebir uygulamayı gerektiren kontraseptif yöntemlerin daha az kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Bu süreçte, kadınların sadece yöntemlere değil aynı zamanda doğru bilgiye ve iletişim kaynaklarına gereksinimleri de göz önüne alınmalı, aile planlaması hizmetlerini yeniden şekillendirmede doğru politikalar oluşturularak, karar verme aşamasında her ülkeye özgü riskler değerlendirilmelidir. Bu doğrultuda, derlemede COVID-19 pandemi sürecinde aile planlaması hizmetleri, yöntem kullanımı ve karşılaşılan sorunları incelemek amaçlanmıştır.
Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 pandemisi hem tanı almış hem de risk durumundaki bireylerde etkili ve kapsamlı bakım ve tedavi gerektirmektedir. Sağlık bakım sisteminin her basamağında yer alan ve COVID-19 pandemisinin etkili bir şekilde yürütülmesinde oldukça önemli rolü olan hemşirelerin hümanistik ve holistik bakış açısıyla bireylerin bakımını sağlamaları ve sürdürmeleri büyük önem taşımaktadır. Bu süreçte, hemşirelerin bakım uygulamalarına rehberlik edebilecek, yapılandırılmış zihinsel modellere dayanan klinik akıl yürütme ve karar verme becerilerini kullanabilecekleri hemşirelik sürecinde uygun rehberlerin ve sınıflama sistemlerinin kullanılması önerilmektedir. Bu derlemede, hemşirelerin COVID-19 tanısı almış ve risk altındaki bireylere bakım verirken, hemşirelik sürecinin hemşirelik tanısı belirleme ve planlama aşamalarında kullanabilecekleri rehberlere yer verilmesi amaçlanmaktadır.
Menopoz dönemindeki kadınlarda östrojen eksikliğine bağlı, çeşitli sorunlar (fiziksel, hormonal ve duygusal) görülmektedir. Bu sorunlar sıcak basması, terleme, çarpıntı, baş ağrısı, uyku bozukluğu gibi vazomotor değişikliklerle birlikte kas ve eklem ağrıları, depresif ruh hali, dikkat dağınıklığı, sık unutma, libido azalması, vajinal atrofi ve üriner sorunlar, osteoporoz, kardiyovasküler hastalıklar, ürogenital değişiklikler ve kanserleri kapsamaktadır. Vazomotor semptomlar menopoz dönemindeki kadınların %60-90’ını etkilemekte ve ciddi fiziksel semptomlara neden olmaktadır. Menopoz şikâyetleri için en çok kullanılan ve en etkili olduğu düşünülen tedavi yöntemi hormon replasman tedavisidir. Buna rağmen, kadınların hormonlardan daha doğal ve güvenli gördükleri bitkisel tedavilere yöneldikleri belirlenmiştir. Literatürde, menopozdaki kadınların bu dönemde görülen vazomotor semptomları hafifletmek için tamamlayıcı veya alternatif tedavi yöntemlerini ve fitoöstrojenleri besin desteği yoluyla almayı tercih ettikleri belirtilmektedir. Bununla birlikte, kadın hayatının en önemli evrelerinden biri olan menopozal dönemde, kadınların semptomları hafifletmek için tamamlayıcı veya alternatif tedavi yöntemlerini yanlış ve hatalı kullanmaları istenmeyen olumsuz sonuçlara da neden olabilmektedir. Bu derlemenin amacı menopoz döneminde yaşanan vazomotor semptomlar üzerinde fitoöstrojenlerin etkilerini incelemektir.